Boğaziçi Üniversitesi Atatürk Enstitüsü’nden yüksek lisans ve doktora öğrencisi kadınlar ile Boğaziçi Üniversitesi’ndeki ‘kayyım rektör’ protestolarında toplumsal cinsiyet sembollerinin anlamı ve öğrencilerin talepleri ve protestoların geleceği üzerine konuştuk.
Boğaziçi öğrencileri ve akademisyenleri ne istiyor?
Bildiğiniz üzere, Cumhurbaşkanına doğrudan rektör atama yetkisi veren OHAL KHK’sinin Resmi Gazete’de yayımlandığı Ekim 2016’dan bu yana rektörler siyasi otorite tarafından üniversite bileşenlerine danışılmadan ve çoğu kez onların iradeleri yok sayılarak üniversitelerin başına adeta bir “müdür” gibi tayin ediliyor. Daha en baştan bu denli antidemokratik bir yolla iş başına gelen rektörlerin -Türkiye üniversitelerine has- neredeyse sınırsız denebilecek denli geniş yetkilerle donatıldığı düşünüldüğünde, bu durum bir üniversitenin olmazsa olmazı olan özerklik ve akademik özgürlük prensiplerinin ayaklar altına alınması demek. Siyasal iktidarın gölgesi altında üretilen bilginin ne denli yaratıcılıktan uzak olacağı ve hâkim düşünce ve savları yeniden üretmenin ötesine geçemeyeceği malumunuz.
Dolayısıyla biz özelde Atatürk Enstitüsü öğrencileri genelde ise Boğaziçi Üniversitesi bileşenleri olarak bütün Türkiye’de üniversite rektörlerinin yukarıdan atamalarla belirlenmesini değil, üniversite bileşenlerince seçilmesini istiyoruz. Melih Bulu’dan başlayarak tüm kayyımların derhal istifa etmelerini ve yerlerini demokratik seçimle iş başına gelen kişilere bırakmasını bekliyoruz. Piyasa için değil toplum için bilgi üreten eşitlikçi, demokratik, özgür ve özerk bir üniversite inşa etmek istiyoruz.
Öğrenciler nasıl bir aktivizm sergiliyor ve bunda kadınların rolü nedir? Bu eylemlerde kayyım rektöre karşı bir protestonun yanı sıra mesela son yıllarda baskı altında olan LGBTI+ sembollerini de görüyoruz. Bu sembollerin varlığını nasıl değerlendiriyorsunuz? Protestolara toplumsal cinsiyet perspektifinden bakmak mümkün müdür?
Pandemiye karşı alınan önlemler bahane edilerek kadınların mücadelesinin, yürüyüşlerinin ve eylemlerinin susturulmaya çalışıldığı ve buna karşı sesini daha da yükselten bir kadın ve LGBTİ+ hareketinin olduğunu biliyoruz. Boğaziçi özelinde bizim için en dikkat çeken kısımlardan biri, kadınların bütün eylem alanlarında olduğu gibi Boğaziçi direnişinde de kendi gündemleriyle var olmaları. Nitekim eylemler boyunca en çok atılan sloganlardan birinin kadın hareketinin sembol sloganlarından “Susmuyoruz, korkmuyoruz, itaat etmiyoruz” olması bunu destekliyor. Öte yandan sürecin en başından beri direnişin örgütlenmesinin her kademesinde ve karar mekanizmalarının tümünde kadınlar aktif olarak yer alıyor.
Kampüste son yıllarda yükselen queer kültürün protestolardaki temsiliyetinin de çok önemli olduğunu düşünüyoruz. Erkek seslerinin diğer sesleri bastırdığı eylemler yerine, kadınların ve LGBTİ+’ların kendilerini daha rahat hissettiği, daha rahat katılabildiği eşitlikçi ve çoğulcu protesto ortamlarının yaratılmasını ve bunu nasıl sağlayabileceğimiz üzerine düşünmeye devam etmeyi de çok önemli buluyoruz.
Öğrenciler ve akademisyenler nasıl bir dayanışma modeliyle hareket ediyor?
Bugünkü öğrenci-akademisyen dayanışmasını daha iyi anlayabilmek için yaklaşık 5 yıl öncesine, yani 2016 yılına kısa bir geri dönüş yapalım. Bildiğiniz üzere Melih Bulu, Boğaziçi’ne demokratik ilkeler hiçe sayılarak atanan ilk kişi değil. 12 Eylül askeri darbesinin ardından ilk kez 2016 yılında, Boğaziçi Üniversitesi rektörlüğüne oyların yüzde 86’sını alan Gülay Barbarosoğlu değil seçimlere katılmayan Mehmed Özkan, OHAL’in verdiği geniş yetkilerle rektör olarak atanmıştı. Ancak demokratik seçim mekanizmalarıyla gelmemiş olmasına rağmen, öğretim üyelerinin büyük çoğunluğu bugünküne benzer bir tepki vermekten imtina etmişti. Kuşkusuz bunun en önemli nedeni Özkan’ın Boğaziçi içinden olması; dolayısıyla üniversitenin yönetim geleneğini ve akademik kültürünü biliyor ve bunları benimsiyor olduğu kabulüydü. Bizim açımızdan hocalarımızın 2016 yılındaki rektör atanmasında “kurum kültürü ve özerkliği” gibi gerekçelerle uzlaşmayı seçmiş olması tartışmaya açık bir mesele. Ancak şu anda 2016’dan gerekli derslerin çıkarıldığını ve uzlaşma yönteminin fayda getirmeyeceği fikrinin ağırlık kazandığını gözlemliyoruz.
Bunun ilk adımı olarak, Melih Bulu’nun atama kararının hemen ardından akademisyenler üniversitenin akademik özerkliğini, bilimsel özgürlüğünü ve demokratik değerlerini savundukları bir metni kamuoyuna duyurdular. Sonrasında, 4 Ocak günü, kampüs içi ve kampüs dışında kitlesel öğrenci eylemleriyle taleplerimizi dile getirdik. Rektörlük devir teslim töreni ile başlayan ve hala devam eden “rektörlüğe sırt dönme” eylemleri akademisyenlerin direnişine yeni bir ivme kattı. Şu anda her iki bileşenin de desteklerini birbirlerinin omzunda hissettiği ve birbirlerine cesaret verdikleri bir dayanışma sürecine tanıklık ediyoruz.
Protestoların bir diğer önemli ayağı ise üniversitelerin özerk ve demokratik doğasını yansıtan, nitelikli bir öğrenme ve tartışma platformu oluşturmaktı. Akademisyen ve öğrencilerin birlikte örgütledikleri “açık ders” etkinlikleri sayesinde mevcut koşulları çeşitli boyutlarıyla ele aldığımız, zengin ve çok sesli bir zeminde buluşmaya başladık.
Protestoların sonuç vereceğini düşünüyor musunuz?
Öncelikli amacımız, Türkiye’nin bütün üniversitelerinde rektörlerin seçilerek göreve gelmesi hususundaki haklı talebimizi duyurmaktı. Bu anlamda eylemlerimizin görünür olduğunu düşünüyoruz. Protestolarımız, yurtdışındaki üniversiteler ve mezunlarımızın da dâhil olduğu son derece geniş bir kitle tarafından destekleniyor ve giderek büyüyor. Bu kadar hızlı bir şekilde organize olabilmemiz Boğaziçi’nin demokrasi kültürünün tahmin edilenden daha derin ve yaygın kökleri olduğunu gösteriyor. Üniversitemizin öğrencisinden, asistanına, öğretim görevlisinden çalışanına kadar tüm bileşenleri arasında eskisinden daha güçlü bir dayanışma ağı kuruluyor. Mücadele zeminimizin halk nezdindeki meşruiyeti onu daha geniş bir tabana yayıyor. Kayyım rektörlerin sadece Boğaziçi’nin değil, ülkedeki bütün üniversitelerin karşı karşıya kaldığı bir sorun olması üniversiteler arası dayanışmayı arttırıyor. Üniversitelerin karşı karşıya kaldığı anti-demokratik ve baskıcı uygulamalardan rahatsız olan fakat seslerini çıkarmaya çekinen ya da umutsuz olan hiç de azımsanmayacak sayıda öğrenci ve akademisyen var. Bizim kolektif mücadelemizin onları harekete geçirme potansiyeli olduğunu düşünüyoruz, öyle umuyoruz. Bu aşamada her türden eylemliliğe ihtiyacımız var. Birbirimizden ve inandığımız değerlerden güç alıyoruz. Direnişimiz uzun soluklu olacak, her geçen gün daha da büyüyeceğiz.