Afganistan’da kadınlar aleyhine sonuçlanan dış politika seçimleriyle bir kez daha gördük ki, kadınların haklarını, ihtiyaçlarını öncelikleri arasına koyan, cinsiyet eşitliğine hizmet eden feminist bir dış politikaya ihtiyaç var: “Son yıllarda hızla ivme kazanan feminist dış politika, kadınları ‘kurtarmaktan’ çok, seslerinin duyulmasını sağlamaya odaklanıyor.”
Fotoğraf: Wakil Kohsar/AFP/Getty Images
*Çeviren: Eda Doğançay
Jessica Abrahams / Prospect
Yirmi yıl önce, 11 Eylül saldırılarından haftalar sonra, ABD Afganistan’ı işgal etti. Bu daha çok bir intikam savaşına benziyordu. ABD birlikleri üzerinde “NYPD’den sevgiler” yazan roketler fırlatıyordu. Ancak Bush yönetiminin bir kısmı, İşçi Partisi ve İngiliz yorumcular başka bir gerekçeye tutundu: Afgan kadınların özgürleştirilmesi. Laura Bush’un dediği gibi, teröre karşı savaş, aynı zamanda ‘kadınların hakları ve onuru için verilen bir savaş’tı.
Dava belliydi. Savaşın önde gelen liberal seslerinden biri olan, Guardian yazarı Polly Toynbee’nin özetlediği gibi, ‘kadınlara karşı patolojik bir tiksinti’ duyan Taliban, kız çocuklarının gittiği okulları kapatmış, kadınların çalışmasını yasaklamış, onları evlere hapsetmişti. “Burka işgalin savaş bayrağıydı” diye yazdı. Batı’daki birçok kişi de böyle düşünüyordu. Toynbee, Taliban’ın yenilgisinden bir yıl sonra başkent Kabil’i ziyaret etti ve Batı’nın taahhütlerini yerine getiremediğini görünce bir yandan endişelenirken, bir yandan da evlerinden dışarı adım atan kadınlar, onların “kurtuluş sevinci” ve okula dönen kız çocuklarının “saf coşkusu”yla içini rahatlattı. Özellikle Kabil gibi kentsel bölgelerdeki bazı Afgan kadınların, Taliban’ın devrilmesinden büyük fayda sağladığına kesinlikle şüphe yoktu.
Ancak kırsal alanlardaki diğerlerinin hayatı pek de değişmemişti, pek çok Afganın yaşamına, kadınların dul kalmasına mal olan, sonu gelmeyen bir çatışmanın travması dışında. (Bugün ülkenin dünyadaki en yüksek dul kadın oranlarından birine sahip olduğu biliniyor) Uluslararası çatışma sona erdiğinde ise kadın haklarından feragat edildi ve ABD’nin Taliban ile imzaladığı anlaşmaya dahil edilmedi. Geçen yıl Taliban ile Afgan hükümeti arasındaki müzakerelerde sadece birkaç kadın yer alabildi. Bu yaz, Taliban ülkede ilerledikçe, kadınlar cinsel şiddet vakalarının arttığını bildirdiler. Kazanımlar kaybediliyordu. Ağustos ayında, eyaletler bir bir Taliban’ın eline geçerken, ülkedeki feminist ilerlemenin nihai sembolleri -kadın yargıçlar, sivil toplum liderleri ve politikacılar- hayatta kalmak için çabalıyor ve Taliban’ın kendilerini öldüreceği korkusuyla kaçıyorlardı.
Toynbee daha sonraları samimi bir şekilde, o dönem “kadınları kurtarma” retoriğine asla kanmaması gerektiğini yazdı – bu yaklaşım tehlikeliydi, çünkü ülkeler ne bunu başaracak iradeye ne de kapasiteye sahipti. Sömürgecilik çalışanlar, bunu önceden görmüşlerdi. 1980’lerde feminist düşünür Gayatri Chakravorty Spivak, “beyaz erkeklerin kahverengi kadınları kahverengi erkeklerden kurtarmasının” müphem anlamlarına değiniyordu. Bazı okumalarda Batı, Afgan kadınları “özgürleştirme” hedefinde başarısız oldu; diğerlerinde ise hiçbir zaman ciddi bir çaba göstermedi ve bencil ihtiyaçları ve hırslarını feminist bir retorikle örtbas etti. Her iki durumda da, feminizmle ve dış politikayı bir araya getirmenin başarısızlığa mahkum olduğu düşünülebilir. Ancak tam da Afganistan’daki felaketi tekrar teşvik etmek yerine önlemek için bu ikisini bir araya getirmek gerekiyor.
Paralel dünyalar?
Yaşanan bu trajediden önce bile, bazıları uluslararası ilişkiler ve toplumsal cinsiyet politikalarının birbiriyle hiçbir ilgisi olmadığını ve ayrı tutulması gerektiğini iddia ederdi. Ancak toplumların erkeklere ve kadınlara farklı davrandığı bir dünyada, kadınların kendi toplumlarının dünyanın geri kalanıyla nasıl etkileşime girdiği konusu da dahil olmak üzere her zaman belli çıkarları ve özgün bakış açıları olacaktır. Çoğu toplumda, kadınlar çocuklar için ağır sorumluluklar üstlenmeye devam ediyor. “Kadınları ve çocukları” koruma ihtiyacına ilişkin modası geçmiş mefhumları göz ardı etsek bile, her iki grup da savaşla, erkeklerden çok farklı bir ilişki içinde olma eğilimindedir. Savaş toplumlarında siviller her zaman çoğunluğu oluşturacaktır, ancak bu onların çıkarlarının önceliklendirileceği anlamına gelmez. Geleneksel dış politika, tamamen askeri ve ekonomik güç ile ilgili olduğu kadar, devletlerin bu kaynakları çıkarlarını korumak ve başkalarını çıkarlarını korumaya zorlamak için kullanması ile ilintilidir. Üst düzey askeri komuta kademelerinde ve müzakere odalarında kadınları güçlendirmeye yönelik bazı çabalar olsa da, bazı feminist düşünürlere göre hakim anlayış -kaba kuvvet, tahakküm ve rekabete odaklanarak- geleneksel erkekliğe değer biçiyor. Bu konudaki görüşler farklı olabilir, ancak askerlerin ve sanayicilerin sesleri kaçınılmaz olarak daha ağır basıyor. Bu da, devletlerin kendi çıkarlarına ilişkin düşüncelerini şekillendiriyor. Örneğin, “ulusal güvenlik” adına savaş kararı alabiliyorlar, oysa gerçek şu ki, savaş çoğu insanın güvenliğini sağlamıyor.
Bazılarına göre başka bir yol daha mümkün. Şu anda yedi ülke tarafından resmen desteklenen “feminist dış politika” yaklaşımı hızla ivme kazanıyor. Savunuculara göre bu yaklaşım, kadınları “kurtarmak”tan çok, seslerinin duyulmasını sağlamaya odaklanıyor. Feminist bir dış politika, dış politikayı yalnızca kadınlar için daha iyi koşulları teşvik edecek şekilde değil, aynı zamanda baskı yerine işbirliği, ulusal güvenlik yerine insan güvenliğine öncelik verecek şekilde değiştirir: İnsan hayatını tehdit eden salgın hastalıklar ve iklim değişikliği düşman devletler kadar güvenlik tehdidi olarak değerlendirilir. Bu değişiklikler neticesinde herkes için daha barışçıl, eşitlikçi ve sürdürülebilir bir dünya yaratabileceği umut edilir.
Feminizm tartışmalı bir kelime oldu ve hala da öyle. Feminist Dış Politika Merkezi’nin kurucu ortağı olan Marissa Conway, “Feminist bir bakış açısına sahip olduğunuzda, gerçek güç dinamiklerine bakıyorsunuz” diye açıklıyor. Bu, “bu, güç eşitsizliklerini çok pratik bir şekilde nasıl yeniden dengeleyeceğimizi bulmakla ilgilidir, böylece dışlanan ve eski politikaların sonuçlarına katlanmak zorunda kalanlar, yeni politikaların geliştirilmesine katkıda bulunurlar.”
2014’te İsveç, feminist dış politikayı resmen benimseyen dünyadaki ilk ülke oldu; o zamandan beri Kanada, Fransa, İspanya, Meksika, Lüksemburg ve daha yakın zamanda ve ilginç bir şekilde Libya gibi farklı ülkeleri de peşinden sürükledi. Son zamanlarda daha büyük güç odaklarının da ilgisini çekmeye başladı; hem ABD Kongresi’nde hem de Avrupa Parlamentosu’ndaki bu yaklaşımı destekleyenler mevcut.
Birleşik Krallık içinde, Nicola Sturgeon’un liderliğindeki İskoç Ulusal Partisi görev süresi boyunca feminist bir dış politika yaklaşımı benimseme sözü verdi. Ancak şüpheciler, bu kararı sadece ilkesel olarak görecek, dış politikanın aslında Westminster’ın tekelinde olduğuna işaret edecektir. Ve feminist dış politika fikrine ilgiyle yaklaşanlar da, her ne kadar dünyada daha çok konuşulmaya başlansa da, eylemlerde nispeten karşılık bulmadığını kabul edecektir. Peki feminist dış politikayı hayata geçirmek mümkün mü?
Birkaç on yıl boyunca, toplumsal cinsiyet eşitliğinin uluslararası gündemde yer almasına yönelik çabalar gitgide yoğunlaşmıştır. 1995’teki BM Dünya Kadın Konferansı’ndan sonra çıkan toplumsal cinsiyet eşitliğine ilişkin dönüm noktası niteliğindeki Pekin Deklarasyonu, kadınları barış süreçlerine dahil etmeyi taahhüt eden çeşitli kararlar ve 2010’da cinsiyet eşitliği mücadelesi veren UN Women’ın kurulması da dahil olmak üzere, çok taraflı anlaşmalar ve kararlar giderek arttı. İsveç, 2014’te daha da ileri gidip kendisini “dünyadaki ilk feminist hükümet” olarak ilan etmeden ve bunu dış politikayı da içerek şekilde genişletmeden önce bu tür girişimlerin ateşli bir savunucusuydu.
Bir süre başka hiçbir ülke İsveç’i takip etmeye hevesli görünmüyordu. Ancak 2017’de, kendini feminist olarak tanımlayan Justin Trudeau’nun önderliğinde Kanada, “feminist uluslararası yardım politikası” geliştirdi, bu da “tüm dış yardım programlarının toplumsal cinsiyet eşitliğini iyileştirecek, kadınları ve kız çocuklarını güçlendirecek şekilde geliştirilmesi ve uygulanması” gerektiği anlamına geliyor. Hedeflenen alanlar arasında cinsel sağlık ve üreme sağlığı, zorla evlendirmeyle mücadele, kayıtlı ekonomiye erişimin güvence altına alınması ve karar alma süreçlerine katılım yer alıyor.
Kanada’yla birlikte diğer devletler de onu takip etti. Geçtiğimiz Temmuz ayında, Meksika ve Fransa, 25 yıl sonra ilk Dünya Kadın Konferansı’na ev sahipliği yaptı. Orada, Libya’nın ilk kadın dışişleri bakanı, yıl sonuna kadar ülkedeki demokratik seçimleri denetlemekle görevlendirilen BM destekli birlik hükümetine atanan Najla Manguush, çatışmalardan etkilenen bir devlet olarak istikrarı yeninden sağlamak üzere feminist dış politikayı kucaklayacağını duyurdu.
Bu sadece iyi niyet gösterisi değildir – kadınları dahil etmek, başarılı bir çatışma çözümü şansını artırır. BM Kadın Birimi ve Dış İlişkiler Konseyi’nin (CFR) yakın tarihli araştırması, kadınların önemli bir rol oynadığı barış anlaşmalarının en az 15 yıl sürmesinin 3 kat daha olası olduğunu ortaya koydu. Liberya bunun bir örneği. Liberya’nın barış hareketine önderlik eden kadınlardan biri olan Leymah Gbowee’nin ileri sürdüğü gibi: “Kadınlar doğal olarak erkeklerden daha barışçıl değildir; daha ziyade bir toplumun tüm kesimlerini etkileyen barış süreçlerine kendilerini adamış kişilerdir. Barış süreci, uzmanlığı savaş olan askerlerin veya savaş ağalarının eline bırakılırsa, sonucun ortalama vatandaşların ihtiyaçlarını göz ardı etmesine şaşırmamalıyız.” Bununla birlikte, tarihsel olarak, kadınların barış süreçlerine katıldığı çok nadirdir. CFR’ye göre, 1992 ile 2019 arasında dünya barış süreçlerinin yaklaşık yüzde 70’inde kadın arabulucu veya imzacı yer almadı.
Ama çoğu şey hala belirsiz. Kanada, uluslararası yardım alanında uyguladığı feminist perspektifi nasıl genişletilebileceğini araştıran hükümet raporunu henüz yayınlamadı. Feminist dış politika benimseyen yedi ülkeden sadece üçü -İsveç, Meksika ve İspanya- politikalarını yayınladı. İskoç Ulusal Partisi manifestosunda, İskoçya’nın uluslararası ilişkilerde son derece sınırlı özerkliğe sahip olmasına rağmen, yakında “dünyada feminist bir dış politika benimseyen çok az sayıda ülkeden biri olacağına” dair kendiyle övünürken, bu yaklaşım şimdiye kadar sadece iki girişimde karşılık buldu. Biri, Malavi, Zambiya ve Ruanda’daki kadınları ve kız çocuklarını güçlendirmeyi amacıyla 500.000 £ değerinde fon ayrılması (Edinburgh’da bir daire fiyatı); ve kadınları barış inşası ve çatışma çözümüne katılmaları için eğitilmesi.
Feminist dış politikanın kendine yeni bir yön veremeden içi boş bir marka çalışmasına dönüşme tehlikesi var. Uluslararası Kadın Araştırmaları Merkezi’nden (ICRW) Lyric Thompson’ın ifadesiyle, “Dünya Kadınlar Günü’nde ‘feminist dış politikaları’ olduğunu söyleyip yine hiçbir şeyi değiştirmeyen ülkeler olacaktır.” Daha da kötüsü, yerleşik dış politika gündemleri “pembeye boyanabilir”- örneğin daha fazla askeri macera, kendilerine danışılmayan kadınları özgürleştirmekle meşrulaştırılabilir. Pek çok Meksikalı feminist, ülkelerinin harekete katılmak için kapsamlı bir plan yayınladığını görmekten memnun olsalar da, feminist bir dış politika benimserken ülke içinde kadın hakları sorunlarına aynı şekilde yaklaşmadığının da (cinsiyete dayalı şiddete aldırmama ve kürtaj hakları konusunda eylem eksikliği) acı bir şekilde farkındalar.
Thompson, “Tarih boyunca paramızı ve diğer araçlarımızı cinsiyet eşitliği için kullanmadık” diyor. “Öyleyse, kendi başına politik bir eylem olan ‘feminist’ kelimesini kullanarak beklenti seviyesini yükselttiğinizde, her şeyin aynı şekilde devam etme tehlikesi var. Sorunların önemli olduğunu söyleyip aslında davranışlarımızı değiştirmiyoruz, o zaman bu inanılmaz derecede zarar verici oluyor.”
Ancak gerçek bir değişim yaratmak için feminist dış politikanın arkasındaki ivmeden yararlanma fırsatı da var. Yeni başlatılan Feminist Dış Politika için Küresel Ortak Ağı da dahil olmak üzere büyüyen bir araştırmacı ve savunma grupları ekosistemi, uluslararası ilişkiler hakkında onlarca yıllık akademik feminist düşünceyi pratikte uygulamak ve hükümetler üzerinde baskı kurmak için çabalıyor.