1990’ların başında, Diana’nın Prens Charles ile olan evliliğin artık yürümediğine ve bir gün kendini kraliçe yapabilecek yoldan uzaklaşmaya karar verdiği hafta sonunu anlatan ‘Spencer’, Diana’nın bir peri masalından çok uzakta olan yaşamını gözler önüne seriyor.
Alexandra Macaaron / The Women Voices for Change
Bir zamanlar çok güzel, çok genç ve çok naif bir kız varmış. Bir prense aşık olmuş ve tüm dünya onların evlilik yeminini izlemiş… Bu eğer bir Disney prensesi olsaydı, müzik başlar, jenerik girer ve küçük kızlar sinemadan son derece memnun ayrılırlardı.
Ne yazık ki, genç kadın Diana Frances Spencer ve damat da Galler Prensi Charles Philip Arthur George olduğu için hikaye burada sonlanmadı. Takip eden yıllarda masalsı düğünleri, sadakatsizlik hikayelerini, evlilikteki sorunlarını ve kavgalarını konu alan gazete haberlerinin gölgesinde kaldı. Diana, 1997’de Paris’te gece geç saatlerde bir araba kazasında ölmeden önce hayatını kraliyetten uzakta yeniden inşa ediyor ve gerçekten mutlu görünüyordu.
The Crown (mükemmel) ve Diana: The Musical arasında (o kadar mükemmel değil, – oldukça kötü, aslında), Galler Prensesi Diana’nın kısa hayatı, hikaye yaratıcılarının ve izleyicilerin dikkatini çekmeye ve gönüllerini fethetmeye devam ediyor. Bir sürü film ve Diana’nın biyografisine odaklanan televizyon dizisinin ardından, şimdi yeni bir filmle karşı karşıyayız: Pablo Larrain’in yönettiği, senaryosunu Steven Knight’ın yazdığı ve Sally Hawkins, Timothy Spall, Jack Farthing ve en önemlisi Kristen Stewart’ın oynadığı Spencer.
Diana’nın hikayesini zaten bildiğinizi düşünüyorsanız, muhtemelen öyledir. Spencer, kendisinden önce gelen binlerce kitap, haber, biyografi ve mini dizinin bir şekilde gözden kaçırdığı skandal gerçekleri ortaya çıkarmakla ilgilenmiyor. 36 yaşında hayatını kaybeden Diana, dünyanın en çok fotoğrafı çekilen kadınıydı. Ve bu dünyanın onun hayatına duyduğu bitmek bilmeyen merak 25 yıldır azalmadan devam ediyor.
Başında, “gerçek bir trajedinin içinden bir masal” olarak tanımlanan Spencer, Kraliçe Elizabeth’in Norfolk’taki malikanesi Sandringham’daki üç günü, Noel Arifesi, Noel ve 1991 Boks Günü’nü anlatıyor. Orada, kraliyet ailesi, “eğlenceli” olduğu söylenen ancak her saniye Diana’nın anksiyete ve klostrofobisini daha da tetikleyen bunaltıcı gelenekleri yerine getirmek için toplanıyor. “Burada, geçmiş ve şimdi aynı şeydir,” diye anlatıyor Diana çocuklarına, “ve gelecek yoktur.”
O kocaman ev herkesin bildiği üzere acımasız bir yer. Diana burada izlendiğini hissediyor ve gerçekten izleniyor da. Noel ayinlerinden sonra kilisenin dışında toplanan ve prensesi ev kıyafetleriyle bir saniye yakalamak için daha da gelişmiş lenslere yatırım yapan basının yanı sıra, evdeki personelin de gözetimi altındaydı Diana. Kahvaltıda öğle yemeği kıyafeti giymekten oturma odasının perdelerini açık bırakmasına, geceleri arazide yürümekten, aile portresi için geç kalmasına kadar her türlü ihlali raporlanıyordu.
Gerçekte de Diana hemen hemen her etkinliğe geç kalır ve ya kayınvalidesinin buz gibi bir bakış fırlatması ya da Kraliçe’nin Diana’yı yola getirmek için görevlendirdiği hizmetkarı Binbaşı Alistar Gregory’nin Diana’ya fırça çekmesiyle sonuçlandırdı. Özellikle Charles (Farthing) çok sert davranırdı. Diana’ya, filmde de tüyler ürpertici ayrıntılarla yer verilen bulimia hastalığı ile ilgili nutuk çekerdi. “Tavuklar yumurtladı,” derdi, “balıkçılar balıkları yakaladı. Arılar bal yaptı. Lütfen onları klozete kusmama nezaketini gösterin.”
Diana’ya sempatiyle yaklaşan kişiler sadece onu giydiren Maggie (Hawkins, her zamanki gibi harika), Shakespeare’den alıntı yapan şef Darren ve sadece soğuk ve merhametsiz bir ailenin üyeleri oldukları için değil, aynı zamanda açıkça işkence gören annelerine destek olmak zorunda kaldıkları için çok hızlı bir şekilde büyüyen iki oğlu (Jack Nielen ve Freddie Spry, ikisi de iyi).
Bu bilgilerin hiçbiri yeni değil ya da haber değeri taşımıyor. Larrain’in filminin önceki yapımlardan farklılaştığı yer, Diana’nın kırılgan ruh halini anlatmak için düş gücünü kullanması. Charles, sevgilisi Camilla Parker-Bowles’a hediye ettiği enfes inci kolyeyi ona da verdiğinde, Diana onu boynundan hızla çekip aldığını ve açık yeşil çorbasıyla birlikte incileri yediğini hayal ediyor. Sandringham’ın uçsuz bucaksız koridorlarında dans ediyor, çocukluğunun özgürlüğünü ve “sıradan hayatını” hatırlıyor. Reddedilmiş bir eş olarak tanımladığı Anne Boleyn’in (Amy Manson) hayaletiyle karşılaşıyor. Noel Arifesi’ne geç kaldığında Darren’a “Beni öldüreceklerini mi düşünüyorsun?” diye soruyor. Ti’ye alıyor. Çoğunlukla.
Film hüzünlü ve yavaş ilerliyor (Diana’nın o üç günü gibi), ama izlemesi büyüleyici. Birçoğu açıkça farkedilir olsa da, çok sayıda sembolizm kullanılmış filmde. Diana, Sandringham’a giderken yolunu kaybettiğinde, lokal bir benzin istasyonunun şaşkın gözlerle bakan çalışanlarına “Nerede olduğum hakkında hiçbir fikrim yok” diyor. Sadece avlanmak için yetiştirilen sülünler misali, gardırobunda P.O.W ( Wales Prensesi için) yazan süslü minik etiketler görüyoruz (Galler Prensesi için). Diana ve Charles bir gün devasa bir bilardo masasında karşı karşıya geliyorlar. Sandringham’ın yanı başındaki çocukluğunun geçtiği eve girmek için tel kesici ödünç alması gerekiyor. Mutfaktaki bir tabelada “Gürültüyü minimumda tutun. Seni duyabilirler ” yazıyor…
Spencer’ın bir diğer ayırt edici yönü, başrol oyuncusu. Stewart aslında Diana’ya benzemiyor, ancak tavırlarını, başını yana eğmesini ve hafif “Sloane Ranger” aksanını kusursuz oynuyor. Performansı harika. Esir edilmiş bir prensesin çektiği acıları gerçekten hissediyoruz.
Stewart bir aktris olarak her zaman hak ettiği övgü ve saygıyı görmedi. İlk Alacakaranlık filminde Bella Swan rolündeki 17 yaşında bir yıldız olarak, filmin ticari başarısına rağmen çoğu eleştirmen tarafından önemsenmedi. Robert Pattinson ile bir dargın bir barışık ilişkisi ve daha sonra lezbiyen olduğunu açıklamasıyla bulvar gazetelerinde yer buldu. Stewart’ın, Diana’nın özel hayatını gözlerden uzak tutma mücadelesiyle empati kurduğuna şüphe yok. Spencer’ın hemen hemen her sahnesinde yürekleri parçalıyor. Ödül sezonu geldiğinde ciddi bir aday olarak düşünülmeli.
Spencer bir peri masalı değil; aslında, sahnelerin çoğu daha çok korku filmini andırıyor. Diana’nın yaşadığı ruhsal kriz üzerine bir düşünme pratiği olarak bakıldığında oldukça etkili. Sonunda Diana’nın kurtulacağına ve kendisi ve sevgili çocukları için daha iyi bir hayat kuracağına dair bir umut var. Ama ne yazık ki hepimiz onun hikayesinin nasıl bittiğini biliyoruz.
Spencer bize, daha mutlu bir sonla biten başka bir hikaye üzerine düşünme fırsatı veriyor. Bir zamanlar, bir dizi fantastik filmde erken yaşta elde ettiği başarı nedeniyle ciddiye alınmayan yetenekli bir genç aktris varmış. Muazzam bir ustalık, duygusal zeka ve adanmışlıkla modern tarihin en sevilen kadınlarından birini oynayarak çok sıkı çalışmış ve son derece zor bir rolde ışıl ışıl parlamış. Sektör onu fark etmiş ve bir daha asla vampire dönüşen bir lise öğrencisi rolünde oynamak zorunda kalmamış.
Son.
Yazının orijinaline buradan ulaşabilirsiniz.
Çeviren: Eda Doğançay