Birleşmiş Milletler Kadına Yönelik Şiddet Eski Özel Raportörü, sosyolog Prof. Dr. Yakın Ertürk, erkek şiddeti ve siyasi erk ilişkisi üzerinden Türkiye’nin İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararını değerlendirdi.
Birleşmiş Milletler Kadına Yönelik Şiddet Eski Özel Raportörü, sosyolog Prof. Dr. Yakın Ertürk, Cumhuriyet’ten İpek Özbey’e verdiği söyleşide, erkek şiddeti ve siyasi iktidar ilişkisi üzerinden Türkiye’nin öncülerinden olduğu İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılmasını değerlendirdi.
– Siyasal erkin kadınla derdi ne? Kadınları, çocukları feda etmeye niçin bu kadar meyilli?
Bu soruya yanıt verebilmek için 1970’li yıllarda baskın özellik kazanan bazı çelişkili ama paralel gelişen eğilimleri anımsamak gerekir. Söz konusu eğilimler, yetmişlerde yaşanan neoliberal ekonomik dönüşümler, izlenen hak temelli ilerlemeci politikalar ve kadın hareketinin kazanımları gibi tüm dünyada belirleyici etkileri olan gelişmelerdir. Bunlar ataerkiyi ve ataerkil erkeklik normlarını ciddi bir biçimde erozyona uğrattı ve geleneksel ataerkil yapıda derin kırılmalara neden oldu. Kadın hakları ise özellikle 1990’lı yıllarda ivme kazandı, BM küresel konferanslarının da etkisiyle cinsiyet eşitliği normları dünyanın dört bir yanında siyasi gündem oluşturdu. Kadına yönelik şiddet olgusu ilk kez uluslararası metinlere bir insan hakkı ihlali olarak girdi. Bütün bu ilerlemeci gelişmeler gerici tepkileri de beraberinde getirdi. 1995’de Pekin’de toplanan dördüncü kadın konferansında Vatikan ve İslamcı devletlerin oluşturduğu aşırı sağ koalisyonun muhalefetine rağmen, kadın haklarına dair kapsamlı ve ilerici içeriğe sahip Pekin Eylem Platformu kabul edildi. Ancak, ilerleyen yıllarda, özellikle 2000 sonrasında, bu sağ koalisyon, gerek bazı ülkelerde devlet erkini ele geçirerek, gerekse diğer bazı ülkelerde muhalif siyasi oluşumlar olarak kadın hakları karşısında güçlü bir cephe oluşturdu. Aşırı sağ muhafazakâr yükselişte, New York’taki ikiz kulelere yapılan saldırı sonrası öncelik kazanan güvenlikleştirme / terörle mücadele politikalarının da etkili olduğunu vurgulamak gerekir. Sağ popülist partiler güç ve etki kazandıkça, “toplumsal cinsiyet” ve “eşitlik” kavramlarının yanı sıra evrensel insan haklarını destekleyen ulusal ve uluslararası yasalar ve kurumlar da saldırıya uğradı. Evrensel hakları gayrimeşrulaştırma çabalarının gerekçesi, hakim olan ataerkil kültürel normlarda ve dini metinlerin kadın düşmanı yorumlarında kolaylıkla bulunabilir. Bu bağlamda, aşırı sağ için Pekin ilkeleri geleneksel toplum düzeninin baş düşmanıdır, zira kadınların bağımsız ve özerk alan kazanmaları aile ve ulus için varoluşsal bir tehdit oluşturur. Hatta, bazılarına göre toplumsal cinsiyet eşitliği ve genel olarak insan hakları hegemon güçlerin diğer devletleri zayıflatmak için tasarladıkları bir komplodur. Bu nedenledir ki, dünyadaki sağ popülist yükselişin temel hedefi kadın ve LGBTQ+ hakları olmuştur.
– Bir örnek verir misiniz?
Mesela, Brezilya Cumhurbaşkanı Jair Bolsonaro, ilkokullarda “cinsiyet ideolojisini” yasaklayan bir yasa tasarısı çağrısında bulundu. Macaristan’da, Başbakan Orban üniversitelerde toplumsal cinsiyet çalışmaları programlarını yasakladı. Hemen hemen tüm ülkelerde, başta kürtaj olmak üzere kadının üreme hakları kısıtlama ve yasaklara hedef oldu. Aşırı sağın yükselişi daha çok göçmen ve mülteci karşıtığıyla tezahür eden yaklaşımlar, gelişmiş demokrasileri dahi tehdit etmekte. Geçtiğimiz günlerde İsveç’te yaşanan hükümet krizinin temelinde Sosyal Demokratların göreli düşüşü ve aşırı sağ İsveç Demokratlarının yükselişi yatmaktadır.
– Ya Türkiye’de?
2012 yılında dönemin Başbakanı Erdoğan’ın Türkiye’de kürtajı cinayet olarak tanımlaması ve sezaryenle doğuma karşı çıkması yasal hakkını kullanan binlerce kadına katil imasında bulunmuş oldu. Tabii, her ne kadar kürtajı cinayet olarak tanımlarken Başbakanın o günlerdeki siyasi gündemde hedefi saptırmaya çalıştığı düşünülse de, bu söylem esas itibariyle kadın haklarına karşı açık bir savaşın ilanı niteliğindeydi. Siyasi erkin kadın hakları konusundaki yaklaşımında bir kırılma noktası olarak kabul edebileceğimiz bu olgu, sokaktaki kadın düşmanlarını da cesaretlendirdi ve katı ataerkil erkekliğin gücünü yeniden tesis etme hamlelerine hız ve meşruluk kazandırdı. Bugün hükümet ekonomik ve siyasi çöküntü içinden çıkabilmek için kendi var kalma mücadelesini veriyor. Bu yolda da dinci ve milliyetçi aşırı sağın desteği karşılığında insan haklarını gözden çıkarmada bir engel tanımıyor. Kadın ve LGBTQ haklarına yönelik saldırıların yanında çocuk istismarı konusu da, din-siyaset-seks eksenindeki çarpıklıklarıyla sürekli Türkiye’nin gündeminde. Dini motiflerin siyasallaştığı ve denetimin keyfi olduğu Türkiye gibi toplumlarda dini otorite ve yapılar, çocukları kolayca sindirerek boyun eğmelerini sağlamaktalar. Gizlilik ve baskı altında işlenen bu suçların medyaya intikal eden vakalardan çok daha fazla olduğunu düşünmek yanlış olmaz. Son yıllarda ortaya çıkan pek çok cinsel istismarın faillerinin -mensup oldukları cemaatler devlet desteğine sahip olduğu için- cezasız kaldıkları, hatta meşruiyete sahip oldukları çokça yazılıp çizildi. Cinsel taciz iddialarının cezasız kalması bir tarafa, bir çok durumda faillerin dokunulmazlık ve itibar kazanmaları devletin vatandaşını koruması açısından büyük bir zaaf belirtisi hatta ve hatta suça ortaklık göstergesi. Arkalarına devletin gücünü alan cemaat ve tarikat liderleri ve diğer aşırı güçler gerici projelerini topluma rahatlıkla dayatır duruma geldiler. İstanbul Sözleşmesi’ne savaş açan grupların başını İsmailağa tarikatı gibi grupların çektiğini medyadan öğrendik.
– Erkek şiddeti, iktidar ilişkisinin bir sonucu mu?
İktidar ilişkileri şiddeti bünyesinde taşır, zira Gramsci’nin vurguladığı gibi iktidar zor ve ikna yoluyla varlığını sürdürür, bu ataerkil ilişkiler için de söz konusu. İkna mekanizmalarının çöktüğü dönemlerde zor kullanımı tırmanışa geçer. Bu bağlamda günümüzde yaşanan evdeki ve sokaktaki kaba şiddet, yirminci yüzyılın son çeyreğinden itibaren çözülen ve değişen hegemonyanın bir sonucudur ve farklı şiddet biçimleri aynı kaynaktan beslenmekte olup birbirleriyle ilişkilidir. Şiddet, her alanda iktidar üzerinde çarpışan güç odaklarının belli başlı silahı olarak normalleşmekte ve yaygınlaşmaktadır. Geleneksel aile ilişkilerinde eril güç yasal ve toplumsal kabul ile taçlandırılmış ve hane reisi erkek hanesindeki kadın ve çocuklar üzerinde kontrol sağlama yetkisiyle donatılmıştır. Şiddet ataerkil eril gücün normal ve görünmez bir aracı olarak var olagelmiştir. Sosyo-ekonomik gelişmeler sonucu geleneksel aile yapısının çözülmesi ve kadınların yükselen hak bilinci ve talepleri sonucu şiddetin yakın zamana kadar algılanmayan cinsiyet boyutu ortaya çıkarak nihayet siyasi arenada bir gündem maddesi olarak yerini alabilmiştir. Bu durum, bir taraftan, şiddetin önlenmesi yönünde yasaların ve düzenlemelerin önünü açarken, diğer taraftan da, istikrarsızlaşarak krize giren ataerkil erkekliğin şiddetin dozunu arttırarak gücünü yeniden tesis etme çabasını tetiklemiştir. Şunu unutmamak gerekiyor, ataerkinin özü kadını bakımdan, erkeği geçimden sorumlu tutan cinsiyete dayalı işbölümüdür. Kovid-19 salgınında da görüldüğü üzere kadınların ücretsiz ve ücretli bakım emeği piyasa, devlet ve ataerkil toplumsal cinsiyet rejimi için vazgeçilmez bir kaynaktır. Dolayısıyla, kadınların rıza yoluyla ya da zorla yerlerinde tutulmaları için önemli bir gerekçe oluşturur. Ancak, yıllarca süren kadın hakları mücadeleleri ve dünya çapındaki daha yakın tarihli feminist grev dalgalarının kanıtladığı gibi, kadınlar artık kapitalizmin şok emicisi olmaya ve ataerkinin ön gördüğü bir bakıcı rolüne boyun eğmeye artık istekli ve razı değiller. Kadın haklarına yönelik aşırı sağ popülist tepkiler ve muhafazakar cinsiyet politikaları, istikrarsızlaştırılmış geleneksel ataerkil düzeni yeniden kurmak açısından umutsuz çabalardır; erkek egemen tahakküm düzeninin devamı artık daha fazla baskı ve şiddetle ancak mümkündür, bu da kadınlar açısında daha fazla direnme ve isyan anlamına gelir.
Kaynak: Cumhuriyet