Gazeteci ve yazar Yasemin Çongar, K24’te, Amerikan edebiyatının en önemli şairlerinden biri kabul edilen ve bu yıl Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık görülen şair Louise’in hayatı ve şiirleri üzerine yazdı.
Yasemin Çongar
Beklemediği iyiliklere, beklediklerinden daha farklı seviniyor insan. İşin içindeki sürpriz, beklentilerin teyidindeki tatminden daha geniş ve sanki daha kalıcı bir etki yapıyor, iyi ihtimallere olan güveniniz artıyor. Nobel Edebiyat Ödülü’nün Louise Glück’e verilmesi bende böyle bir etki yaptı, şaşırdım, sevindim, zor bir zamanda iyimser hissettim kendimi.
İsveç Akademisi’nin 2018 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nü verememesine yol açan cinsel taciz skandalı, ardından geçen yıl iki ödül birden veren komitenin Peter Handke tercihinin —Handke’nin edebî gücünü teslim etmekle birlikte, kalemini ve konumunu soykırımı inkâr ve soykırımcılara destek için kullanmış bir yazarın ödüllendirilmesi “tek ölçü edebiyat” deyip geçilebilecek bir durum değildi— yarattığı infial, ödül komitesinin bu kez adını temize çıkaracak türden bir seçim (dolayısıyla politik ve popülist bir seçim) yapacağı beklentisini artırmıştı. Ödülün açıklanmasından önceki bahislere bakılırsa, Kenyalı yazar Ngugi Wa Thiong’o veya Antigua kökenli Amerikalı yazar Jamaica Kincaid gibi bir tercihle “doğru” politik mesajın verilmesi de mümkündü, Haruki Murakami veya Margaret Atwood gibi dünyanın her yerinde milyonlarca okuru (ve destekçisi) olan bir yazarın ödüllendirilmesi de.
77 yaşındaki Amerikalı Louise Glück’ün 2020 Nobel Edebiyat Ödülü’nü alması bu hesapları boşa çıkarıyor mu, yoksa bir kadının, bir şairin (ve o yönü yeterince vurgulanmasa da iyi bir denemecinin) taçlandırılması hâlâ başlı başına bir hesap-kitap işi mi günümüzde, doğrusu emin olamıyorum.
Nihayetinde, Macaristan’dan göç etmiş Yahudi bir ailenin Amerika’da doğan ikinci kuşağına mensup, New York’ta büyümüş, babası bir tür maket bıçağının yaratıcısı ve patent sahibi olarak zenginleşmiş, annesi Wellesley Koleji’nden mezun, kendisi diploma almasa da iyi okullarda okumuş (Sarah Lawrence Koleji ve Columbia Üniversitesi), yıllardır Yale’de mûkim yazarlık ve hocalık yapan ve, tabii, İngilizce yazan birinden söz ediyoruz. Böyle bakınca, Glück, edebiyatın müesses nizamının “her zaman göz önünde tuttukları” ile “kolaylıkla göz ardı edebildikleri” arasında bir yerde duruyor.
Fakat “tek ölçü edebiyat” ise eğer; edebiyatçının insanı ve evreni anlama ve anlatma çabasına kendine has bir sesle katılıp yeni sözler söylerken —veya aynı sözleri farklı biçimde söylerken— okurun muhayyilesini genişleten, algısını keskinleştiren, yaşama uğraşını kolaylaştıran bir etki yapabilmesiyse eğer ölçü, 2020’nin Nobel Edebiyat Ödülü’nü kutlamak için gayet iyi bir sebebimiz var bana göre. Louise Glück yaklaşık altmış yıldır bunu yapıyor zira, kendine özgü, kaya gibi sağlam ve sert ama mizahı ve müziği de olan, sorgulayıcı, sarsıcı ve bence sahici bir şiir yazıyor.
Ödül Komitesi Başkanı Anders Olsson’un Louise Glück için söylediği şu sözlerin, onun şiirini tanıyanlarda karşılığını bulduğunu sanıyorum:
samimi ve tavizsiz bir ses… berrak olma çabasından vazgeçmeyen bir şiir… şiddetiyle ve kolayca iman edilen kuralları kabullenmeye direnmesiyle Emily Dickinson’ı hatırlatan bir şair.
Daha iyi söylenemezdi!
Louise Glück’ün şiiri ilk bakışta gayet dobra ve dolaysız; sanki her şeyi yüzeyde söyleyip tüketirmişçesine açık sözlü. Ancak şiiri davetkâr ve içine girilmesini kolay kılan bu doğrudanlığa, derine nüfuz etmek için okurun çaba göstermesini gerektiren katmanlar da eşlik ediyor; ilk anda karşınıza çıkan kaya, derinlerde her birini çiğneyip yutmanız gereken çakıl taşlarına dönüşüyor.
Louise Glück’ün anne babası, ondan önce doğan ilk kızlarını küçük yaşta toprağa vermişler. Louise, ölen ablasını hiç tanımamış ve kendisinden küçük bir kızkardeşle birlikte büyümüş. Tanıklık etmediği bu ölüm Glück’ün hayatı kadar şiirini de belirlemiş.
Bir denemesinde, “Ölümünü tecrübe etmedim ama yokluğunu tecrübe ettim. O öldüğü için doğabildim ben” diyor. Aile, ölen abla ve küçük kızkardeş, Glück’ün özellikle ilk dönem şiirlerinde ön planda. Aynı şekilde gençken mücadele ettiği anoreksiya, Glück’ün sık sık döndüğü insanın açlıkla ve bedeniyle ilişkisi temasında yansımasını buluyor.
Fakat otobiyografik özellikler taşıdığı bariz olan şiirlerinde dahi “günah çıkaran” bir ruh haline ve üsluba kapılmamak için direnen bir şairle karşı karşıyayız. “Gelin, size içimi dökeyim” demiyor bize. Sevimli, veya oyunbaz, veya tanıdık olmak istemiyor. Bu tuzaklardan yeterince kaçamadığına inandığı zamanlarda kendisine kızdığını gizlemiyor üstelik. 1968’de çıkardığı, o dönem büyük ses getiren Firstborn (İlkdoğan) —ölen ablayı ima ediyor elbette— kitabındaki şiirlerin bir bölümü için tam da bu sebeple sonradan pişmanlık belirttiğini okumuştum.
Belki de bu “tuzaklardan kaçış” çabasının diline yansıttığı ölçülülük nedeniyle, Glück’ü gardını hiç düşürmemekle, okurun önünde yeterince soyunmamakla, aşırı bir kontrollülükle eleştirenler oldu yıllar içinde. Yine de, şiirinin çok katmanlı, sert, yoğun yapısına ve bu “mesafelilik, ölçülülük” eleştirisine rağmen, Glück ülkesinde baş tacı edilmiş ve geniş okur kitlesine sahip bir şair. Klasik eğitiminden gelen mitoloji bilgisiyle, mitleri meselleri dönüştürerek şiirinde kullanmasının; tanrıların, çiçeklerin, dağların, erkeklerin ve hayvanların sesiyle konuşabilme kıvraklığının; hayatı ve ölümü, ev hallerini ve evlilik hallerini ti’ye alabilen muzip yönlerinin farklı okur kesimlerine hitap etmesini kolaylaştırdığını düşünüyorum.
Yazının devamına buradan ulaşabilirsiniz.