Kendilerine şiddet uygulayan kocalarını öldürmüş iki kadının hikayesini anlatan “Cadı Üçlemesi 15+” adlı belgeselin yönetmeni Ceylan Özgün Özçelik ile yüzleşmeye, iyileşmeye ve cadıların adaletine dair bir söyleşi…

Ceylan Özgün Özçelik’in senaristliğini ve yönetmenliğini üstlendiği Cadı Üçlemesi 15+ kendilerine şiddet uygulayan kocalarını öldürmüş iki kadının öyküsünü anlatıyor. Aylin ve Havva’nın evlerini, sevgiyi, öfkeyi, çocukluklarını, çocuklarını, düşlerini ve kâbuslarını paylaştığı belgesel, şiddetin zaman ve mekân tanımayan döngüsünde iki kadının “suçlu” bulunmasını sorguluyor.
Özçelik, geçtiğimiz hafta 33. Ankara Film Festivali tarafından bu yıl ilk kez verilen Sinemada Yeni Soluk Ödülü’ne layık görüldü.
Teşekkür konuşmasında “Cadı, bir hakaret nişanesi. Cadılar yüzyıllardır dünyanın her yerinde öldürülüyor, cezalandırılıyor. Festival ödül törenlerini hep izlerim. Kadınlar ödül alırken hep ağlıyordu. Benimle kamera önünde ve arkasında emek veren tüm cadılara teşekkür ederim” diyen Özçelik’in 1+1 Express’de yayınlanan yüzleşmeye, iyileşmeye ve cadıların adaletine dair söyleşisinden bir bölümü paylaşıyoruz:
Cadı Üçlemesi’nin arkasında nasıl bir hikâye var, nasıl doğdu bu üçleme?
Ceylan Özgün Özçelik: İlk olarak 18+ adlı bir kurmaca senaryosuna başlamıştım. Çok neşeli ve hareketli kadınların olduğu Karadenizli bir ailem var. Bir kurban bayramında hep bir ağızdan konuşan ailemin kadınlarını izlerken onlar hakkında neyi ne kadar bildiğimi sorguladım. Herkes birbiriyle ilgili bir şeyler seziyor, ama kimse hiçbir şeyi tam olarak bilmiyor. Anneannemin, babaannemin, halalarımın hayatlarına dair bildiklerim çok bölük pörçük. Benimle ilgili de ailede kimsenin bilmediği şeyler var. Çocuk yaşta tacize uğradım ve buna dair hiç konuşamadım. Yüzleşmek ve iyileşmek gibi kavramların havada asılı kalmaması için benim de bu film yapan bir kişi olarak bir şeyleri söylüyor olabilmem gerekiyor. Yoksa kime ne faydam olabilir ki? 18+’nın çıkış noktası buydu. Ailedeki erkekler birden ortadan kaybolsa ve tüm kadınlar anlatmaya başlasa acaba ne konuşuyor oluruz? Ortaya fantastik, karanlık, ama mizahı da olan bir senaryo çıktı. Senaryoyu yazarken yoğun şiddet okumaları yapıyor ve sıkça kâbus görüyordum. Çocukluğuma dair kâbuslardan birinden o kadar etkilendim ki, tek planlı bir kısa filme dönüştürmek istedim. Ergenliğe geçişi temsil eden ve sayı olarak uğursuz kabul edilen 13+’da küçük bir kız çocuğu, cadı doğdu. O kız dünyanın sonunu getirdi, kendi cennet bahçesini inşa etti. Ancak, cadılığın intikama eşit olduğu basit bir denklem kurmuyorum. Bunlar intikam filmleri değil.
Kurmaca bir film hayal ederken, önce deneysel bir kısa filme, sonra da 15+’yı belgesel olarak çekme fikrine nasıl geldiniz?
Mesleği icra etmesem de avukat olduğumdan cezaevlerine girip çıkma şansım var. 18+ için oyuncularımı daha iyi yönlendirebilmek adına cezaevlerinde kadınlarla bir araya gelmek istedim. Bazı kadınlar yaşadıklarının kadın mücadelesi çerçevesinde duyulmasını istemiyor. Feminist avukatların önerileriyle, konuşmaya daha gönüllü olan kadınlarla buluştum. Avukatlarla kadına yönelik şiddete dair de konuşuyordum. Sanık sandalyesine kadın oturduğunda ne oluyor? Kadını öldürmeye götüren nedenler neler? Şehir şehir gezip şiddet gören birçok kadınla tanıştım. Örneğin, 70 yaşında son derece dindar bir kadın en çok rüyalarında mutlu olduğunu söyledi. Düşlerinde, 55 yıldır kendisine sistematik olarak şiddet uygulayan kocasını öldürdüğünü görüyormuş. Dava dosyaları da okuyordum. Fark ettim ki, nedenler çok ortak. Kadınlar mutlaka kurtulmayı deniyor. Polise gidiyor, ama evine geri yollanıyor. Ailenin yanına dönmeye çabalıyor, ama kabul edilmiyor. Sığınma evlerinin sayısı çok az ve çoğu ifşa olmuş durumda. Her şey deneniyor, ama bir yere varılamıyor. Nihayetinde kendisinin veya çocuğunun yaşamının tehdit altında olduğu bir anda kocasını öldürüyor. Bu tip olaylarda çoğunlukla bir bilinç kararması var, can havliyle eline bir bıçak ya da adamın silahını geçirip canını kurtarmaya çalışıyor. Bu tam da yargının dillendirmediği özsavunma durumu. Aslında herkes şiddet görüyor, illâ yoksulluk ya da eğitimsizlik aramaya gerek yok. Konunun sınıfsal olan yanı kadının öldürmekten başka çaresinin kalmaması. Bu süreçte, neden sadece kurmacaya odaklandığımı sorguladım. Gerçeklerden ilham alsam da gerçeği bozup perdede başka bir şeye dönüştürüyorum. Oysa saf gerçeği de yansıtabilmeliydim. Dünya sinemasından deneysel belgesel örnekleri izleyerek kendimi sıkı bir eğitim ve estetik hazırlık sürecinden geçirdim.
Okuduğunuz dosyalarda neler dikkatinizi çekti, buluştuğunuz kadınlar sizi nasıl karşıladı?
Dosyalar çok detaylı, ağlamadan okumak mümkün değil. Birçok şeyi filme koymamayı tercih ettim. Kadınları savunabilecek kişiler karşı taraftan tehdit gördüğü için duruşmalara gelmiyor. Kadınlar yalnız kalıyor, haklarını savunacak, söylediklerini doğrulayacak birileri olmuyor. Ben hiçbir kadına yaşadıkları olaylardan bahsetmedim, dosyalarını okuduğum ve avukatlarıyla konuştuğum için bunları zaten biliyordum. Onlara yaşananları sormayacağımı, başka bir anlatım dili deneyeceğimi söyledim. Arkadaşlarıyla, aileleriyle, hatta çocuklarıyla da onlara dair konuşmayacaktım. Zaten ebeveynleriyle duygusal bağ açısından mesafeliler. İçeride tanıştıkları kadınları ve avukatlarını arkadaşları olarak görüyorlar. Sadece kendileri konuşacağı için çok rahatlardı, bu konuda bana inanıp güvendiler.
Aylin ve Havva’nın cezaevindeki günleri nasıl geçiyor?
Uzun süre sadece gündelik hayatlarını konuştuk. Bu hafta ne izlediniz? Ne dinlediniz? Rüya gördünüz mü? Pandemi öncesinde biraz daha etkinlik alanı vardı. Mesela Bakırköy’de konser olabiliyordu, çeşitli kurslar veriliyordu. Aylin bağlama kursuna gidiyordu. Şarkı sözü ve şiir yazıyor. İskenderun’da kuaförlük kursu vardı. Havva erkekler için bağlama kursu varken kadınlara olmamasına isyan ediyordu. Salgınla birlikte kurslar kapatıldı. Görüş yasaklarıyla avukatlarla da görüşemez oldular o dönem. Kurgu sürecinde duygularını sadece mektuplaşarak anlamaya çalıştım.
Söyleşinin devamına buradan ulaşabilirsiniz.