Seçil Bozkurt’un, 5 Harfliler’de yayınlanan, yazar Şermin Yaşar’ın kurucusu olduğu ve Ankara’nın Altındağ ilçesinde 30 Nisan’da ziyarete açılan ‘Anne Müzesi’ üzerine yazısı:
“Türkiye’de anneliğin kutsallaştırılmış ama kendini paspas etmekle de eş, her ikisini harmanlayan konumlandırılmasına, bu durumu ve eril şakaları kucaklayabilen romantizmine yeriniz yoksa, etnik yok saymalarla, kültürel ve tarihsel gerçekliğin bilinçli şekilde örtülmesiyle, sistematik inkarıyla, silinmesiyle probleminiz varsa bu müze gezintisi size iyi gelmeyecektir.”

Her şeyden önce bir anne olarak ziyarete açıldığı gün bir müze gezdim Ankara’da: Anne Müzesi. O gün işi gücü bırakıp oraya sürüklenmemin sebebi sosyal medyada gördüğüm birkaç fotoğrafın yarattığı tetiklenmeydi. Bunlardan ibaret olmadığını umarak gittim ama çok daha fazlası olduğunu, iç sıkıntısıyla tecrübe ettim. Ulucanlar’da, restore edilen tarihi Ankara evlerinden birinde hizmete açılan müze, Şermin Yaşar tarafından kurulmuş. Müzede ya da hakkında yapılan haberlerde kuruluş hikayesi ve tema hakkında bilgiye rastlanmıyor. İkişer katlı iki ahşap bina ve onları birleştiren avludan oluşan mekanda annelik temalı ya da ev içi anneliği çağrıştıran tarihi ve yeni bazı objeler, resimler, figürler, notlar, yayınlar, mektuplar karmaşık bir düzende sergileniyor. Büyük çoğunluğunda gebe ya da çocuğunu taşıyan anneler ve onların yorgunluğuna, Türk annelerin kahramanlığına değiniler görüyoruz. Türkiye’de anneliğin kutsallaştırılmış ama kendini paspas etmekle de eş, her ikisini harmanlayan konumlandırılmasına, bu durumu ve eril şakaları kucaklayabilen romantizmine yeriniz yoksa, etnik yok saymalarla, kültürel ve tarihsel gerçekliğin bilinçli şekilde örtülmesiyle, sistematik inkarıyla, silinmesiyle probleminiz varsa bu müze gezintisi size iyi gelmeyecektir.
Müze bizi heykelimsi büyük bir tabelada amacını açıklayarak karşılıyor: “Bu müze; Anadolu’nun gelmiş, geçmiş ve gelecek tüm annelerine hürmeten kurulmuştur.” Bunu yekten müthiş bir kapsayıcılık gibi düşünmek mümkün ama bu kadar geniş bir coğrafyada ve sınırsız bir zaman boyunca yaşamış, yaşayacak tüm annelerin, sadece anne sıfatı edinerek hürmeti hak etmiş olmayabileceklerini en kötü ihtimalle bir an sorgulatacak kadar iyi bir noktaya taşımadı mı Türkiye’deki kadın hareketi bizi? “Çük”lerine kurban olunan oğlan çocukların paşalar gibi yetiştirilmesinde, kız çocukların üstünde tepinilmesinde, gelinlere eziyet edilmesinde annelerin de sorumlulukları üzerine çokça konuşulmamış mıydı? Mahallede hangimizin eteği neresinde, hangimiz bekarız, hangimiz tehlikeli “dul”larız, kaçımız “orospu”yuz… Bunların Anadolu annelerinin önemli gündemleri olduğu, hatta bazı cinsel istismar vakalarının annelerce bilinip örtüldüğü ortaya saçılmamış mıydı? Kimi güldüren, kimi zor ortak duygularımızı sarmalayan lohusalık deneyimleri okuyoruz mesela sosyal medyada ve çoğunda yeni anneye kendi evinde hayatı zindan edenler başkaca anneler, artık bunları konuşabiliyoruz. Zaman ve mücadele geriye akmadıkça, şimdi, körlük derecesinde kapsayıcı bu hürmet biraz büyük ve tehlikeli bir iddia değil mi?
Tabela zihnimde dönerken avluya giriyorum. Solda duvarın bir metre kadarını kaplayan küçük “dırdırdırdır”lar var, sonunda “haklıdır” yazıyor. Aynı düzende hemen yanında “hadihadihadi”ler var “hep bekledi”yle biten. Hanenin tüm sorumluluğunu tek başına taşımaları yetmez gibi birçoğu geniş ailelerinin yüklerini de sırtlanan, üstüne şiddet gören, gidecek yeri olmayan kadınların ellerinde kalan tek şey, sonuçlarını göze alarak söylenmek olunca yüksek Anadolu irfanı devreye girip “dırdırcı” ilan etmiş anneleri. Haklı olduklarını ekleyerek de olsa önüne bank koyup “dırdırcı anneler”e Instagram fotoğrafı arka planı hazırlayarak kabul edilmiş, yeniden ve yeniden üretilmiş olmuyor mu bu eril yafta? Ya da babalardan yeni yeni ve yine de nadiren duyduğumuz, çocukların da erkekçe alay konusu etmeyi öğrendiği ve müzede önü yine banklı, yani fotoğraf malzemesi “hadi”ler bekleyişe vurgu yapınca bu dili eleştirmiş görünüyor mu? Bana daha çok rahatsız edici bir romantizm gibi göründü.
Soldan devam edince duvarda bir anneden başka bir annenin çocuğuna hitap eden dilde müze kuralları yazıyor. Bizim ve önceki birkaç kuşağın annelerinin hep başkasını kollayan hassasiyetine, başkalarının neyi güzellediği ve neyi ayıpladığı üzerinden çocuğa kurduğu terbiye etmeci tahakküme ironik bir selam mıydı, bilemiyorum ama çocuğa doğru konuşan bu beceriksiz dili çocuğum yanımda olsa okusun istemezdim. Adına kolayca kültür denilen her şeyi aktaracak olsak anne terlikleriyle tehdit de edebilirdik mesela çocukları.
İç mekanın girişinde annelik temalı az sayıda kitap var. Anadolu annelerinin Türkçe dışındaki dillerinde, Anadolu’nun anadillerinde yazılmış başka yayına gerek duyulmamış. Hemen orada “ne kadar isterseniz o kadar anne” başlıklı selamlamasında “gördüğü, görmediği, bildiği, bilmediği bütün annelere” selam vermiş müze kurucusu. Kürt, Rum, Ermeni, Arap annelerin dillerini bilmiyor, görmüyor, görmek istemiyor ya da unutuvermiş olabilir mi? Bunun cevabı, avludaki diğer yapıda, benim zihnimde ırkçı uğurlama olarak kalan bölümde bir yerlerde netleşiyor. Öncesinde biraz fazla karanlık tasarlanmış yapıda “Yüksek Yüksek Tepelere” türküsünün hüzünlü bir versiyonunu hiç durmadan dinleyerek gezilecek iki koca kat var. Bunun biraz kalp sıkışıklığı verdiğini söylemeliyim.
Yazının devamına buradan ulaşabilirsiniz.