ABD, muhafazakarlığın ve kürtaj karşıtı hareketin baskısı sonucu kadınların istemedikleri gebelikleri sonlandırmalarını anayasal hak olarak tanımlayan kararın bozulmasıyla çalkalanıyor. Peki kürtajın yasal olduğu Türkiye’de durum nasıl?
Halk sağlığı uzmanı Nuriye Ortaylı, Türkiye’de kürtaj yasal olsa da, devletin pratikte zorluklar çıkarması, gebelikten korunma hizmetlerinin gerilemesi ve yüksek ücretlerin gibi engellerin son on yılda güvenli kürtaja erişimi giderek zorlaştırdığını ifade ediyor.

Nuriye Ortaylı / Yetkin Report
Geçtiğimiz hafta ABD’de Yüksek Mahkeme kadınların istemedikleri gebelikleri sonlandırmalarını anayasal hak olarak tanımlayan 1973 yılına ait köşetaşı kararı bozdu. Böylece ABD, kadınların gebelik sonlandırma hakları ile ilgili yarım yüzyıldır içinde bulunduğu “özgürlükçü yasalara sahip ülkeler” liginden “kısıtlayıcı ülkeler” ligine düştü.
Aslında gebelik sonlandırma, ABD’de anayasal bir hak olarak tanımlandığı 1973 yılından bugüne değin çok kutuplaştırıcı bir konuydu. Bu elli yılın özellikle son yirmi yılında, “İncil kuşağı” denen, sosyal tutuculuğun ağır bastığı eyaletlerde, ülkenin daha “kırsal” özellikler taşıyan orta kesimlerinde, muhafazakar yöneticiler ve eyalet düzeyindeki yasa yapıcılar kendi eyaletlerindeki kadınların bu hakkı kullanmak için gerekli hizmetlere ulaşmasını kısıtlayan/imkansızlaştıran birçok uygulama geliştirdiler. Kilise grupları, kendilerine “hayat savunucuları” diyen ama kadınların ve yaşayan çocukların hayat haklarıyla hiç ilgilenmeyip, ceninlerin, hatta döllenmeden itibaren embriyoların potansiyel hayatlarını memleketin en önemli meselesi sayan aktivistler, yasalardaki boşlukları kullanarak, kadınların gebelik sonlandırma hizmetlerine ulaşılmasını engellemeyi misyon edindiler.
Kutuplaşmanın bitmediği bir elli yıl
Örnek vermek gerekirse, 1993 yılında doktora sonrası çalışma için gittiğim ABD’de, fırsat buldukça yoksul kadınlara hizmet veren gönüllü kuruluşları ve onların çalıştırdıkları kadın sağlığı merkezlerini ziyaret etmeye çalışmıştım. Bu ziyaretlerden ilkini yapmak için merkez gönüllüsünden randevu ve adres alırken uyarıldım: “İsterseniz Salı günü gelmeyin, o gün gebelik sonlandırmalar yapılıyor.” Şaşırdım. “Özellikle o gün gelmemin daha iyi olacağını,” söyledim. “O zaman,” dedi gönüllü, “hazırlıklı gelin, adresi ve kliniğin yerini önceden çalışıp ezberleyin ki kimseye yol sormak zorunda kalmayın. Kliniğin sokağına sapar sapmaz, bizim gönüllülerimizin el ele tutuşarak kurduğu koridorun içine girin, yoksa kliniğe ulaşamazsınız. Gönüllülerimizin hepsi sarı eşarplar ve kol bantları taşıyor olacak. O zincirin arkasından size bağırıp çağırıp hakaret eden kalabalığa bakmadan ve aldırmadan hızla binamızın kapısına doğru yürüyün. Üzerinize kırmızı boya atabilirler, ona göre giyinin.”
Gebelik sonlandırmanın anayasal hak olduğu bir dönemde, üstelik, “liberal” sayılan doğu kıyısında, yoksul bir kadınsanız, gönüllü kuruluşlar sayesinde, nispeten ucuz bir ücret karşılığında gebelik sonlandırabiliyordunuz. Ama hiç de kolay olmayan bir iç muhasebesinden sonra verdiğiniz kararı uygulayabilmek için kliniğe gidene kadar her türlü hakarete, önünüze, üzerinize atılan kanlı cenin modellerine, kan kırmızı boyalara ve en hafifi “bebek katili” olan hakaretlere maruz kalıyordunuz. Dünyanın en zengin ülkesinde, kurumsal demokrasisiyle ve hür dünyanın lideri olmakla övünen bir ülkede, anayasanın size tanıdığı hakkı ancak böyle kullanabiliyordunuz.
Türkiye’de tarihin topu geriye gidiyor
O sırada Türkiye’de on haftaya kadar gebelikler istek üzerine kamu kuruluşlarında, ücretsiz sonlandırılıyor, üstelik, toplum, bu karara varmış kadınları ve çiftleri yargılamıyordu. Anlattığım kliniğe giderken yaşadığım linç tablosunun yarattığı dehşet ve hayatlarının zor bir anında buna maruz kalmak zorunda kalan kadınlar için duyduğum üzüntü kafamda hala çok canlı. “Üçüncü dünya”dan gelen meraklı bir genç doktor olarak, bu açık ve saldırgan kadın düşmanlığını kavramak ve nedenlerini analiz etmek için çokça düşünmem gerekti.
Maalesef tarihin topu her zaman ileriye gitmiyor. İçinde bulunduğumuz dönem de bu gerileme dönemlerinden.
Tarihin topu, Türkiye’de de kadınların üreme sağlığı ve bedenlerini denetleme hakları açısından uzunca bir süredir, özellikle son on yılda giderek artan bir hızda geriye gidiyor.
Yasal ama ulaşılabilir değil
Türkiye’de gebelik sonlandırma konusunda yasal çerçeve hala 1983’de kabul edildiği şekilde. Hatırlanırsa 2012 yılında zamanın Başbakanı Erdoğan, üstelik kadınların üreme ve kendi bedenleri üzerindeki kontrol haklarını ilerletmek amacıyla düzenlenen bir Birleşmiş Milletler toplantısında “her kürtaj bir Uludere’dir” açıklamasında bulunmuştu. Bu açıklamayı takiben Sağlık Bakanlığı isteğe bağlı gebelik sonlandırmayı kısıtlayan bir yasa tasarısı hazırlığında olduğunu açıkladı. Kadınlar sokaklara indiler. Gün, bugünden farklıydı. Kamuoyunda, hatta yönetime yakın bazı kanaat önderlerince bile, bunun kadınların sağlığını tehlikeye atacağı, devletin insanların “özel hayatlarına” müdahale etmesinin yanlış olduğu vb görüşler yaygın olarak ifade edildi.
Bakanlık tasarıyı Meclise götürmekten vazgeçti. Onun yerine ne yaptı? ABD’deki tutucu Hristiyan muhalefetten ve onlara yakın kamu yöneticilerinden aldığı ilhamla, yasal olarak başaramadığını, pratikte zorluklar çıkararak denedi. Önce gebelik sonlandırmanın yalnızca tam teşekküllü hastanelerde ve ameliyathane koşullarında yapılabileceği kuralını getirdiler. Sözüm ona bu, kaliteyi arttıracaktı. Oysa ki hem bu ülkede hem ABD’de ve birçok gelişmiş ülkede on yıllardır gebelik sonlandırma ameliyathane gerektirmeyen, hastaneye yatmayı gerektirmeyen, poliklinik koşullarında uygulanabilen ve bu koşullarda yapılmasının son derece güvenli olduğu defalarca gösterilmiş bir uygulamaydı. Bu “cezalandırıcı kalite” ABD’deki sosyal muhafazakarların keşfettiği engellerden biriydi ve hükümet bunu hemen uygulamaya aldı.
Yazının devamına buradan ulaşabilirsiniz.