Narin cinayetinde ailesi ve köydekiler sustu. Kutsal ailenin devlet tarafından korunduğu ortamlarda özgürlük arayışı üzerine yazdım.

Fotoğraf UN Women’ın kadınların sosyal medyada ifade özgürlüğü kampanyasının afişi
8 yaşındaki kız çocuğu Narin’in hunharca katledilmesi bu topraklardaki ilk çocuk cinayeti değil elbette. Yılda üç yüzden daha fazla kadın kendi yakını erkekler tarafından öldürülüyor bir o kadar da şüpheli ölüm var. Ama Narin’in öldürülmesi sürecinin detaylarını tüm açıklığıyla izlemek ve olaydan sonra bütün köyün iş birliği içinde “suskun” olması toplumun vicdanını çok rahatsız etti, uykularımızı kaçırdı. Olayın başından beri küçük Narin’in görmemesi gereken bir şeyi gördüğü üzerinde duruluyordu. Nitekim Narin’in cansız bedenini gömdüğünü itiraf eden kişi Narin’in amcası tarafından, annesi ile cinsel ilişkiyi gördüğü için, boğularak öldürüldüğü söyledi.
Gazeteci Umur Talu T24 internet sitesindeki Bu Kadar Kötülük başlıklı yazısında “İnsanlar nasıl bu kadar kötü olabiliyor” sorusunun peşine düşmüş. Umur Talu “Aile, okul, kışla, işyeri, devlet” gibi kurumların “kötülük üreticisi” veya hiç değilse “özgürlük sınırlayıcı, kişilik ezici, kötülük hissiyatı yatağı” gibi etkilerinin olabileceği, sık sık “hapishaneye dönüşebilen, “din, milliyet, sevgi, şefkat, iyilik, koruma, kollama, güvenlik, eğitim” ile tanımladığımız bu tür kurumların ve durumların çocuğu, genci, insanı “ne hale getirebileceğine dair bir Foucault mesela, içimizde pek yok” diyerek kutsallık atfedilen kurumları sorgulamadığımızın altını çiziyor.
Ailenin kutsal olduğunu, toplumun temeli olduğunu ve korunması ve kollanması gerektiğini söyleyen devletin, Narin cinayetinde suçluyu ortaya çıkarmakta nasıl zorlandığını Narin, Aile ve Devlet başlıklı analizimizde belirtmiştik.
Feminist Avukat Hülya Gülbahar: Yeni Yaşam internet sitesine verdiği röportajda Güran ailesi, iktidarın yaratmak istediği aile modeline birebir uyuyor. Devlet destekli bir aile olduğunu görüyoruz.” derken, insan hakları savunucusu avukat Eren Keskin de Güran ailesi ile devlet arasında güçlü bir ilişki olduğunu söylüyor.
Aile ve Devlet Bireyin Düşünce Tarzını Düzenler, Düşünce Özgürlüğünü Sınırlar
Umur Talu’nun referans verdiği Michael Foucault, aile ve devleti bireyi şekillendiren ve onun üzerinde gözetim uygulayan iktidar yapıları olarak değerlendirir.
Foucault, devletin bireyler üzerindeki etkisini sadece yasalar ve cezalar üzerinden değil, aynı zamanda daha mikro düzeyde işleyen gözetim ve denetim mekanizmalarıyla açıklar. Aile ve devlet iktidar ağının birer parçası olarak bireylerin davranışlarını ve düşünce tarzlarını düzenler. Devlet, eğitim ve sağlık gibi kurumlar aracılığıyla bireylerin yaşamını düzenler ve “normalliği” tanımlar, bu da bireyin düşünce özgürlüğünü sınırlar.
Foucault, modern toplumların birer “disiplinci toplum” olduğunu savunur. Aile, eğitim sistemi ve devlet gibi kurumlar, bireyleri disipline eder ve onların düşünce biçimlerini şekillendirir. Disiplin, bireyleri “norm” çerçevesinde davranmaya ve düşünmeye zorlar. Ailede başlayan bu süreç, birey devletin denetiminde olan okullarda, hastanelerde ve diğer kamusal alanlarda devam eder. Böylece, bireylerin özgür düşünceleri iktidar yapıları tarafından sınırlandırılır ve biçimlendirilir.
Foucault’ya göre birey, her zaman izlenebileceği düşüncesiyle kendi kendini kontrol etmeye başlar ve özgür düşüncesi baskılanır. Bu, devletin ve aile gibi diğer kurumların bireyi gözetim altında tutarak özgür düşünceyi sınırlama yöntemlerinden biridir.
Birey Aile ve Devlet’e Karşı Koyabilir
Foucault’ya göre aile ve devlet birey üzerinde baskı kurabilir, ancak birey, bu iktidar yapılarına karşı koyabilir. Foucault, iktidarın olduğu her yerde direnişin de var olduğunu savunur. Bu direniş, bireyin özgür düşüncesini koruma ve ifade etme çabası olarak ortaya çıkar.
Foucault her ne kadar bireyin aile ve devlet gibi iktidar güçlerine karşı durabileceğini söylese de, karşı koymanın bedellerinin ağır olduğu feodal toplumlarda, otoriter iktidarlarda bireyin bunu yapması çok zordur elbet. Kadınların kendilerine dayatılan yaşam biçimlerine karşı koymayı hayatları ile ödediklerinin çok tanığı olduk. Sadece Afganistan, İran, Suudi Arabistan, Türkiye gibi ülkelerde değil dünyanın birçok yerinde kadınlar, ya aile yakınları tarafından öldürülüyor ya da Mahsa Amini gibi İran ahlak polisleri gibi devlet güçleri tarafından öldürülüyor.
Devlet Baskısına Karşı Çıkan Mahsa Amini Bunu Yaşamıyla Ödedi
Ölümünün ikinci yılında Mahsa Amini’yi anarken devletin kurduğu baskıya karşı direnen İranlı kadın aktivistleri anmak gerekiyor. Saçını özgürce savurmak özgürlüğünü savunmanın bedelini yaşamı ile ödeyen Mahsa Amini İran’dan başlayan bir kadın direnişi başlatmıştı. Mahsa Amini’nin Özgür Saçları İslam Rejimini Sallıyor yazımda İranlı kadınların İran’daki İslam iktidarını nasıl salladığını yazmıştım.
Türkiye’de Aile ve Devlet Baskısına Karşı Bireysel Özgürlükleri Savunan Kadın Hareketi Var
Türkiye’de feminist kadın hareketi yıllardır aile ve devlet şiddetini sorgulama cesaretini gösteriyor.
Narin cinayetinin çözülmesi için onlarca gösteri organize ederek olayın örtbas edilmesini de engellediler. Günlerce sokakta gösteriler düzenlediler. Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu Genel Sekreteri Fidan Ataselim, “Biz çocukları, ne bu ailenin ne bu hükümetin ne bu bakanların insafına ve vicdanına bırakmayacağız” diyerek iktidara karşı kadın ve çocuk haklarını savunduklarını açıklıyordu.
Yıllardır polis ablukası altında gerçekleştirilen 8 Mart Feminist Gece Yürüyüşlerinde cesur kadınların sloganı aile ve devletin şiddetine karşı özgürlüklerini savunan kadınların SESidir.
Gelsin baba,
Gelsin koca,
Gelsin devlet,
Gelsin cop!
İnadına isyan,
İnadına isyan,
İnadına özgürlük!
Narin’in katledilmesi umarım bireysel özgürlüklerimizi kısıtlayan kutsalları sorgulamayı toplumun geniş bir kesiminde başlatabilir.
Gülseren Onanç