Psikolog Sanah Ahsen, Guardian’daki yazısında, bireylerin psikolojik sorunlarının toplumsal yapılardan soyutlayamayacağını savunuyor: “Terapide ‘zihniyetleri’ değiştirmeye çalışmak yerine, ırk ve sınıf temelli hiyerarşileri, konut ve ekonomik sistemi değiştirmemiz gerekiyor.”

Sanah Ahsan / Guardian
Dediklerine göre bir “akıl sağlığı krizi” yaşıyoruz. Akıl sağlığı hizmetleri, son iki yılda yaşanan talep patlamasıyla baş etmekte zorlanıyor. 1,6 milyon kişi bekleme listelerindeyken, 8 milyon kişinin daha yardıma ihtiyacı var ama bu listelere bile giremiyor. Çocuklar bile umutsuzluk içinde acilde ölmek istiyor.
Ancak bu krize, tıpta tam olarak yeri olmayan, farklı bir açıdan da bakabiliriz. Birçoğumuzun acı çekmesi sizce de çok mantıklı değil mi? Elbette öyle: Travmatik ve geleceği belirsiz bir dünyada yaşıyoruz. Bir yandan iklim değişiyor, bir yandan artan yaşam maliyetlerinin üstesinden gelmeye çalışıyoruz. Hala yas, hastalıklar ve izolasyonla mücadele ediyoruz. Her gün maruz kaldığımız haberler, bizi korumasını beklediğimiz kişilere olan inancımızı paramparça ediyor.
Sağlık sektöründe on yıldır çalışan bir klinik psikolog olarak, insanların sorunlarını bir tür zihinsel bozukluk veya psikolojik sorun olarak görüp depolitize ederek onlara yardım edemediğimizi gördüm. “Faydası olmayan” düşünme tarzlarını hedef alan altı seanslık bir bilişsel davranışçı terapi, ailesinin bir hafta daha karnını nasıl doyuracağını bilmeyen biri için gerçekten etkili olacak mı? Antidepresanlar, bir siyahın ırkçı bir işyerinde maruz kaldığı travmayı silmeyecek veya cinsel şiddete maruz kalan insanları psikiyatrik bir bozuklukla damgalamak (her hafta iki kadının aile içi şiddete kurban gittiği bir dünyada) onları daha güvende tutmayacak. “Farkındalığın”, yoksulluk, akran baskısı ve zorbalığın yaygın olduğu rekabetçi ve sınav odaklı okullarda okuyan çocuklara yardımcı olmaması şaşırtıcı değil.
Solan bir bitkiye “solan-bitki sendromu” teşhisi koymazdık, değil mi? Koşullarını değiştirirdik. Ama insanlar yaşanmaz koşullar altında acı çekerken, sorunun bizden kaynaklandığı söyleniyor ve mücadeleye devam etmemiz bekleniyor. Mağduriyetimizin farkında olmadan çalışmaya ve üretmeye devam etmemiz.
Zihinsel sorunları normalleştirmek adına “akıl hastalığı”, “diğer herhangi bir hastalık” gibi lanse ediliyor. Bu anlayışa göre akıl hastalığı sözde kusurlu beyin kimyasından kaynaklanıyor. Ama aslında yapılan son araştırmalar, depresyonun beyindeki kimyasal bir dengesizlikten kaynaklanmadığı sonucuna varıyor. Ömür boyu arızalı bir beyne sahip olduğunu öne sürmek, ironik bir biçimde bireyleri daha da güçsüzleştiriyor. Bu mitle ilgili asıl sorun ise sorunun ve çözümün kişinin içinde konumlandırılması ve dikkatimizi sıkıntımızın kaynağı olan ortamlardan uzaklaştırması.
Bireysel terapi birçok insan için harika bir yöntemdir, ya da antidepresanlar bazı insanların sorunlarıyşa başa çıkmasına yardımcı olabilir. Ancak, tamamen tıbbileştirilmiş, bireyselleştirilmiş bir ruh sağlığı anlayışının, şiddetin kaynağına değinmeden, açık yaralara tuz basmasından endişe ediyorum. Bizi sistemlere uyum sağlamaya teşvik ediyorlar ve böylece statükoyu koruyorlar. Ve burada en çok marjinalize edilmiş insanları yüzüstü bırakıyoruz.
Yazının devamına buradan ulaşabilirsiniz.