Sinema eleştirmeni Aslı Ildır, yönetmen Yorgos Lanthimos’un meraklı ve sabırsız bir çocuk-kadının büyüme hikâyesini anlattığı Zavallılar (Poor Things) adlı filmini ve nasıl bir kadın özgürleşmesi anlatısı kurduğunu irdeliyor.

Aslı Ildır / Altyazı
Yorgos Lanthimos’un yeni filmi Zavallılar (Poor Things, 2023), anaakım sinemada uzun süredir pek rastlamadığımız türden bir hayal gücüne ve cazibeye sahip. Lanthimos, hikâyenin ana karakteri Bella Baxter’ın (Emma Stone) o kendine has algı ve his dünyasını yansıtmak için sinemanın sunduğu tüm araçları kullanıyor. Bella, bir bebeğin beynine ve yetişkin bir kadının bedenine sahip. Geçmişi, dolayısıyla bir çocukluğu ve belki de “bilinçdışı” olmayan, meraklı, zeki, heyecanlı ve sabırsız bir çocuk-kadın. Bu nedenle bir yandan da sıradışı ve hızlandırılmış büyüme hikâyesi anlatıyor Zavallılar. Hattâ belki de sinema tarihinin en gerçekçi büyüme hikâyesi –en azından Bella’nın olağanüstü fizyolojik özellikleri, bir karakterin sadece iki saatte bu denli değişip dönüşebileceğine inanmamıza bir nebze yardımcı oluyor. Bella bir insanın –kısıtlanıp hapsedilmediği takdirde– bütün bir hayat boyunca yaşayacağı pek çok deneyimi, hazzı ve acıyı kısa süre içinde yaşayıp tüketiyor. Dünyaya duyduğu merak ve heyecan bir çocuğunki gibi; dizginlenemez, kural bilmez, dürtüsel. Bu nedenle de filmin oyuncaklı, rengârenk ve aşırılıklarla dolu görsel dünyası, zaman-mekânı belirsiz, geçmişten ve gelecekten parçalar taşıyan hem gotik hem de fütüristik anlatısı, dünyayı bize yeni doğmuş yetişkin bir çocuğun gözlerinden yeniden tanıtıyor.
İskoçyalı yazar Alasdair Gray’in aynı adlı romanından uyarlanan film, kitabın farklı zamanları iç içe geçiren postmodern anlatım tarzını, zaman-mekânı belirsiz bir görsel dünyanın yardımıyla sinema diline çeviriyor. 1800’lerin sonunda geçen hikâyenin 1974’ten bakılarak anlatıldığı kitapta, metin içinde farklı anlatıcılara ve meta bir anlatının varlığına tanık oluyorsunuz. Güvenilmez anlatıcılarla dolu, içe içe geçmiş, kendi gerçekliğini sürekli sorgulayan bir hikâye. Lanthimos ise bu zaman karmaşasını 19. yüzyılın buhar teknolojisinden esinlenen steampunk estetiği ve retrofütüristik bir atmosfer yardımıyla yaratıyor. Gelişmiş bir beyin nakli teknolojisinin, havada giden tramvayların yer aldığı film ‘Güzel ve Çirkin’den esintiler taşıyan, ‘Frankenstein’ ile ‘Jane Eyre’i sentezleyen gotik bir hikâye olarak başlıyor. Yüzündeki ameliyat izleri ve yaralar nedeniyle ilk bakışta Doktor Victor Frankenstein’dan çok Frankenstein’ın canavarına benzeyen bilim adamı Godwin Baxter (Willem Dafoe), intihar eden bir kadının cesedini kurtarmış ve hayata yeniden döndürmüş, karnındaki bebeğin beynini de kadına aktarmış. Çoğu siyah-beyaz olan bu bölümde kullanılan lensler ve vinyetler bize erken dönem sessiz filmleri hatırlatıyor elbette. Sonuçta Bella Baxter’ın “doğduğu” yıllar, aynı zamanda sinemanın doğduğu yıllar. Ancak karşımızda, göründüğü gibi gotik bir hikâye ya da ‘Güzel ve Çirkin’ esintili melodramatik bir romans yok. Romanda Bella’nın ağzından da doğrulanıyor bu: “Ben çoğu kişinin God’la beni çok gotik bir çift olarak gördüğünü biliyorum. Yanılıyorlar. Biz Brontelerden birinin ‘Uğultulu Tepeler’indeki Cathy ve Heathcliff gibi sıradan köylüleriz.” Lanthimos çok geçmeden kahramanını bambaşka bir dünyaya salıyor; yine sinemanın mucitlerinden, sihirbaz-yönetmen Georges Méliès’in dünyasını andıran, haz ve heyecan dolu bir gösteri dünyasına. Bedensel hazzı keşfetmesinin ardından dışarı çıkmakta ısrarcı olan Bella, cinselliği doyasıya deneyimlediği ilk sevgilisi Duncan’la (Mark Ruffalo) bir yolculuğa çıkıyor. Yolculuğun ilk durağı olan Lizbon, Méliès’in büyülü setlerine ve Alice’in Harikalar Diyarı’na benziyor âdeta (Bella’nın kostümlerinin Alice’inkilere benzediğini de atlamayalım). Üstelik Lanthimos’un setinin büyük kısmı özel efektlere başvurulmadan yaratılmış. Pek çok mekân tıpkı Méliès’in büyülü setleri gibi stüdyoda kuruluyor, filmin büyük bölümü de 35 mm (ve bazen de 16 mm) olarak çekilmiş zaten.
Hayatın Tüm Güzellikleri
Zavallılar’ın sinema (ve sanat) tarihindeki sayısız isimden (Luis Buñuel, Terry Gilliam, Alejandro Jodorowsky, Stanley Kubrick, Jean-Pierre Jeunet, Gaudi, Bosch…) izler taşıyan görsel referans dünyasını sinemanın erken dönemine odaklanarak ele almak hem tarihsel olarak hem de filmin hikâyesi bağlamında anlamlı. Bella’nın sinemayla yakın tarihlerde doğmasının yanı sıra, etrafındaki her şeye şaşıran ve heyecan duyan bir çocuk-kadın olması, modern şehir insanının ilk deneyimlerini ve erken dönem “atraksiyonlar sinemasını” hatırlatıyor insana. Henüz bir hikâye anlatıcısı olarak kendi dilini kuramamış olan sinemanın ilkel dönemi, izleyicisini şaşırtmak ve şoke etmek için oyunlar sergileyen, kuralsız ve yasasız, yaratıcı, dil-öncesi bir karmaşa dönemi aynı zamanda. Dili, toplumsal cinsiyet rollerini, ahlak kurallarını, sınıfsal ayrımları, emek sömürüsünü, yoksulluğu, savaşı ve şiddeti duymamış, henüz duyuları birbirinden ayrışmamış olan Bella’nın çocuksu iyimserliği gibi. Parlak ve gösterişli giysileri, neşesi ve güzelliğiyle Bella’nın daha tanışmadan büyülediği “seyircisi” Max McCandles’a (Ramy Youssef) aniden yumruk atması, filmlerle ilk defa karşılaşan seyircinin yaşadığı deneyimin özeti gibi. Bu bakımdan Zavallılar’ın duyusal ve duygusal olarak daha “gerçekçi” bir dönem filmi olduğu bile söylenebilir. 19. yüzyıl sonu Londra’sında sadece filmlerle değil, modern şehrin hızı, gösterisi ve teknolojisiyle karşı karşıya kalan her insanın (özellikle de kırsaldan kente göç etmiş olanların) yaşadığı deneyim, gördüğü her şeye merak, hayret ve kocaman gözlerle bakan Bella’nın deneyimine benziyor olmalı.
Lanthimos, Gray’in anlatısını yeniden hayal ederken onu çoğunlukla –özellikle de filmin renkli bölümlerinde– Bella’nın iç dünyasının bir dışavurumu olarak tasarlıyor. Bu yüzden de mizansende sadece Méliès ve mirasçılarının büyülü, fantazmagorik dünyasından değil, korku, distopya, bilimkurgu ve kara film gibi türlerin ikonografik öncüsü Alman Dışavurumcu sinemasından (ve mirasçılarından) da esintiler taşıyor. Bu akımın öncü örneklerinden Dr. Caligari’nin Muayenehanesi (Das Cabinet des Dr. Caligari, 1920) de tıpkı Zavallılar gibi bir Frankenstein hikâyesi örneğin. Doktor Caligari uyurgezer canavarını dünyaya cinayet işlesin diye salarken, Bella kendi isteğiyle evden kaçıyor ve erkeklerin –ya da erkekliğin– “korkulu rüyası” oluyor. Bella’nın Dr. Frankenstein ya da Caligari benzeri, Tanrı-kompleksli, çılgın bir bilim adamı figürü olan Godwin tarafından diriltildiği sahne, bir başka ikonik dışavurumcu film olan Metropolis’in (1927) bir robot/siborg olarak yeniden yaratılan kadın karakterini anımsatıyor.
Yazının devamına buradan ulaşabilirsiniz.