Yazar Ayşe Kulin, gazeteci ve yazar Mehmet Faraç’ın “Töre Kıskacında Kadın” adlı kitabındaki gerçek bir töre cinayetinden ilham alarak bir öykü kaleme aldı.
Ayşe Kulin
Yüzündeki ergenlik sivilcelerinin bazısı iltihaplanmış, cılız, esmer bir oğlancıktı, korktuğunu belli etmemeye çalıştığı için dik duruyor ama hep yere bakıyordu.
“Ne demek ben yapamam! Yapacaksın,” diye gürledi, karşısındaki adam, “Atıf tarladaki korkuluğa nişan aldırıp, çalıştırsın seni.”
Gözlerini yerden kaldırmadan, “Atıf yapsın,” dedi çocuk.
“Kimin yapacağını senden mi öğreneceğim, ulan! Atıf olmaz, yaşı geçti. Sen yapacaksın.”
“Yapma, baba. Elini ayağını öpeyim, yapma. Beni o büyüttü. Yapamam.”
“Senin yaşın küçük. Uzun kalmazsın damda. Paranı eksik etmem cebinden.”
“Para filan istemiyorum. Ben yapamam.”
“Yapmazsan, bu namus lekesi ailemin üzerinde kalır. Hepimiz şerefsiz pezevenkler oluruz.”
“Sen yap o zaman.”
Şimşek gibi indi suratının ortasına, babasının tokadı.
“Yıkıl git karşımdan,” dedi, “işi bitirmeden, gözükme gözüme!”
Çocuk yerinden kımıldamayınca, hışımla baba fırladı odadan, avluya çıktı.
“Asaaaaf,” diye seslendi.
Emrini, yanına seğirten ortanca oğluna verdi, bu kez.
“Atıf’la alın bu sümsükü, tarladaki korkuluğa ateş ettirin, çalıştırın. Korkuyor. Ona anlatın ki, erkek olmak kolay değildir. Yürek ister, yürek! Hiç birinizde beş paralık yürek yok, be!”
Ayakkabısının iyice yenmiş topuklarının taş zeminde çıkardığı sesle daha da efelenerek, yürüdü avluda. Gitti.
Babasının gittiğinden emin olunca, Hüsnü, tokadın şiddetiyle burnundan fırlayan sümüğünü elinin tersiyle sildi, avluya çıkıp, duvarın dibine çömeldi.
“Ne düşünüp duruyorsun, be!” diye sordu Asaf, “Bu işi bana vereydi babam, hiç bekletmezdim. “
“Sen yapsana.”
“Ben on sekizimi doldurdum, uzun yatarım içerde. Haydi kalk, git al duvardan tüfeği de, tarlaya inip çalışalım.”
“İstemiyorum. Ben elimi kana bulamak istemiyorum.”
“Sanki hiç kuş, tavşan vurmadın!”
“Kardeş vurmak aynı şey mi be!”
Asaf ayağıyla iteledi kardeşini, “Haydi ama. Atıf senin bu halini görürse, bir de onun dayağını yersin.”
Hüsnü, doğruldu çömeldiği yerden. Tüfeği almak için eve girerken, içinden bela okuyordu ablasına. Bok vardı ağanın oğluna sırt çevirip, elin yoksul Mahmut’una gönül düşürecek. Ölümü resmen yaldızlı davetiyeyle çağırmıştı, Rümeysa. Ey evimin erkekleri, gelin beni vurun, demişti. Yaşı yirmi beşe varmış kız mı kalmıştı köyde, be! Kız dediğin kanadı mıydı, kocaya giderdi, gittiğinin dokuzunca ayında başlardı bebelerini kucağına almaya. Anası anlatmaz mıydı hep, on üçünde gelin gittiği evde, tarla dönüşlerinde, üç kumalı kayınbabasının ve kaynanalarının hizmetini nasıl gördüğünü, herkesin dağınığını toplayıp, aşını pişirdiğini, üstüne ancak ilk kuma geldiğinde, ağır işleri çocuk yaştaki kumaya yıkarak, biraz rahat ettiğini. Yani nerdeyse, Rümeysa’nın bu gün ki yaşında nefes alabilmişti, anası. Rümeysa ne yapmıştı? Kadınların lafının geçmediği iklimde, kendi kaderini yazmaya kalkmış, üstüne üstlük evden kaçmıştı. Yine de kendine ablalıktan çok analık etmiş, çocukken her gece koynunda uyuduğu ablasını, öldüresi gelmiyordu içinden. Kabahatli olduğunu bildiği halde, hem de!
Hüsnü, işleyeceği cinayete gerekçe bulmak için, zorladı kendini; anasının tekne kazıntısı, tarım işçisi olarak Adana’ya yolladığında, Rümeysa, hâlâ eli kolu boş, oturuyordu evde. Dokuz yaşındaki oğlan, pamuk tarlalarında iki büklüm pamuk toplar, para kazanırken, o kazık kadar olmasına karşın, ne başlık parası getirebilmişti ailesine, ne de bir iş tutmuştu. İş tutmamasının kabahati onda değildi, çok istemişti kasabadaki terzinin yanında ütücü olmak, ya da kaymakamlıkta temizliğe gitmek ama her söylediğinde babasından dayak yemişti. Kız dediğin, işe değil kocaya giderdi; elbette kendine onca yıl bakmış olan babasına, başlık parası temin ettikten sonra! Çocuklar doğurur, onlara bakardı.
Hüsnü ikna olamadı. Çünkü, babası bunu her söylediğinde, anası arkasından küfrü basar, ben sanki sadece çocuklarıma baktım, sanki senin yediden yetmişe yedi sülâlenin, ananın, babanın, analıklarının bokunu temizlemedim, derdi demesine ama, hep çok alçak sesle söylendiğimden, kızgınlığı da hep içinde kalırdı. O da hırsını, Rümeysa’dan çıkarırdı. Kızının onca boğaza yemek pişirmesi, hayvanları yemlemesi, çapaya gitmesi, çeşmeden suyu eve hep onun taşıması ve herkesin kirlisini derede yıkaması, vız gelirdi anasına. Her gün söylenirdi Rümeysa’ya, gözü çıkasıca kız, ağanın oğlunu kaçırdın, tohuma kaçtın, artık seni kimseler almaz, diye. Aslında kısmeti çıkmıştı çıkmasına ama, hayırsız herif, babasının istediği başlık parasını bir türlü toparlayamamıştı. Babası da istediği miktarı almadıkça, kızı vermemişti.
O hayırsız kısmet, Mahmut’tu.
Hüsnü, çok şeyi bildiği gibi, bunu da bilirdi. Ablasını kaç kere gizlice ağlarken, bir kaç kere de tarlaya inen yolda, söğütlerin ardında Mahmut’la fısıldaşırken yakalamıştı. Kimseye söylememişti. Mahmut, çiklet, gofret, bazen de para verirdi Hüsnü’ye. Cebine bir beşlik sıkıştırmıştı bir keresinde, sus payı olarak.
“Ablamı sen mi ağlatıyorsun ?” diye sormuştu da,
“Yok be Hüsnü, ablanı ben ağlatır mıyım hiç, onu ben güldüreceğim ama henüz başlık parasını bir araya getiremedim,” demişti, Mahmut. İyi çocuktu, severdi Hüsnü onu, ara sıra rüşvet verdiği için değil, ablasını mutlu ettiği için. Acırdı da. Bu gidişle, on sene çalışsa bir araya getiremeyecekti babasının istediği parayı.
Hüsnü, başlık parasının şart olduğunu da bilirdi. Kızı kocaya verirken alınacak ki, oğlanlara kız alırken, verilebilsin. Onca erkek evlat ki, ailede, sürüsüne bereket, dört kendi anasından, üç de kumalardan, tam yedi erkek, başlık parası ödeyecekleri yedi kız getireceklerdi bu eve. Nasıl mı? Elbette evdeki kızların kocaya giderken alacakları başlık paralarıyla.
Aslında, pek doğru değildi bu hesap.
En büyük abi, çekip gitmişti büyük şehre. Kalbini kırmıştı babasının ama anası,
“Pek de iyi oldu, ne yapsaydı, yaşı geldi evlenecek. Şehirli kızlar başlık istemez,” demişti. İkinci kuma da,” Orospulara başlık mı verilir!” diye yanıtlamış, kızdırmıştı anasını. Evdeki herkes bilirdi, büyük şehirdeki kızların topunun orospu oldukları için başlık istemediklerini. Büyük şehirden karı alınmazdı. Oradan alınan karı, eve sokulmazdı. Bu yüzden gidiş o gidiş, bir daha dönmemişti Yusuf! Bir sonraki erkek kardeş Mustafa, sevdiği kızı kaçırmıştı. Kızın ailesine yakalanmadan önce, resmi nikahı basmıştı kasabada, kurtulmuştu başlıktan. Kalmıştı geriye beş erkek. Bilal, bir tuhaftı, karıda kızda gözü yoktu. Kimse bilmezdi ama Hüsnü bilirdi evlenmeyeceğini, çünkü bir tek Hüsnü’ye açılırdı, baba bir- ana ayrı kardeşi. Hüsnü, sır deposuydu adeta; Bilal’in sırrını da, Rümeysa’nınkini de, sadece o bilirdi. Ama ne yazık ki, acımaktan, üzülmekten başka bir şey gelmezdi elinden. Kardeşinin açmazına da, ablasının aşağılanmasına, sövülmesine, dövülmesine de, seyirci kalırdı.
Bilal’i kimse umursamazdı da, ablasının, o güzelliğiyle en iyi başlığı alabilecekken, ham inadı yüzünden evde kalmasının bedeli ağır olmuştu. Kuş yemi kadar yediği yemek, anasının çenesine vurmuş, babasının kör olasıca gözüne batmıştı.
Oysa başlık parası getirebilecek, büyümekte olan başka kızlar da vardı, evde. Mesela Raziye’yi on üçünde vermişlerdi kocaya. Diğerlerinin de gitmesi yakındı. Onlar gelişip serpilirken, Rümeysa, kara sevdası yüzünden bir deri bir kemik kalmıştı. Ve sonunda, kendi haber salmıştı Mahmut’a, gelsin beni kaçırsın, yoksa canıma kıyacağım, diye.
Sandığından eliyle işlediği yemenilerden dahi, bir tane olsun yanına almadan kaçmıştı, bir akşam üstü.
Kaçmıştı da ne olmuştu?
Mahmut’la o geceyi gidecek başka yer bulamadıklarından, mezarlıkta geçirmişlerdi. Ertesi gün, bir gece önceden kalma simitlerini yerken, nikah filan kıydıramadan, jandarma gelip yakalamıştı onları, geceledikleri mezarlıkta.
Yapılan muayenede Rümeysa kız çıkmıştı ama olsun, geceyi evinin dışında geçirmiş miydi? Geçirmişti!
Ailenin alnına kara leke sürülmüş müydü? Sürülmüştü!
Evin erkekleri, Mahmut’un kızı nikahlayacağım sözünü, duymamışlardı bile.
“Gelip adam gibi isteseydi kızı,” demişti babası, Mahmut’un kaç kere kapısına geldiğini ve istediği parayı temin edemediği için, kös kös döndüğünü unutarak.
Baba, jandarmaya Mahmut kızına nikah kıyarsa, onu öldürmeyeceğine dair söz vermişti. Atıf’la emmioğlu, bıyık altından gülmüşlerdi. Kızı jandarmadan teslim alıp, evine getirmişlerdi ailenin erkekleri. Rümeysa’nın yattığı odanın penceresine, kaçmasın diye tahtalar çakmışlar, o odada yatan diğer kız kardeşleri başka yerde yatırmışlardı. Kapısının dibine, bir tas çorba ve bir bardak su bırakmışlardı, o akşam.
Dertleri Mahmut değildi. Burada önemli olan, ailenin namusuydu. Lekeyi Rümeysa sürmüştü şereflerine. Hüsnü alçak sesle de olsa, bir iki kere, “Ama nikahlanacaklar…ama Mahmut alacak ablamı,” diye laf sokmaya çalışmıştı. Azarlamış, susturmuşlardı onu.
Hüsnü, tüfeği aldı geldi duvardan, Asaf’ın peşine takılıp, tarlaya gitti. Domatesleri kargalardan korumak için, yaz başı eliyle yaptığı ve üzerine, babasının, eskilikten parlamış lacivert ceketini geçirdiği korkuluğun, göğüs cebine nişan aldı.
Vııınnn! Bir kurşun, korkuluğun kasketinin üzerinden uçtu gitti. Domateslerin üzerine çökelenmiş kuşlar havalandılar.
Vııınnn! Bu kez, korkuluğun boynundaki damalı bezi yalayıp geçti kurşun. Altı yedi atış daha yaptı. Ceketin cebine, yani kurbanın kalbine isabet ettiremedi.
“Fişekleri harcayıp durma, lan!” dedi Asaf “Karşındaki insan olaydı, delik deşik etmiştin. Her yanını zımbalamıştın. Tek kurşunla bitireceksin işini, anladın mı?”
“Bak, yapamıyorum işte. Ellerim titriyor.”
Sonra oturdu toprağa Hüsnü, başı bacaklarının arasında, hıçkırarak ağlamaya başladı. Asaf az uzağa gitti. Biraz müsaade etti, içini boşaltmasına.
Severdi Hüsnü’yü, emir eri gibi her işine koşardı, ses etmeden, diklenmeden yerine getirirdi dileklerini. Pek dayak yememişti ne babasından ne de ağabeylerinden Ondan böyle olmuştu zaten, karı gibi yufka yürekli.
Yanına döndü, ayağıyla iteledi, “Haydi kalk, kalk! Beceremeyeceksin bu işi!”
Hüsnü’nün gözleri parladı, “Sen yap, ben üstleneyim.”
“Olmaz. Babam duyarsa…bir gören olursa…”
“Vallahi, billahi ne babam duyar, ne biri görür! Kimseler söylemem. Bir sen, bir ben bir de o. E, o ölecek nasıl olsa…” yine ağlamaya başladı.
“Bana bak, seni eşek sudan gelene kadar döverim ha, kes karı gibi zırlamayı.”
Sustu Hüsnü, yine sümükleri akmıştı, koluyla sildi sümüklerini. İki kardeş eve döndüler.
O akşam, Hüsnü’nün bu işi beceremeyeceğini anlayan Asaf, kendinden bir yaş büyük abisi Atıf ve emmi oğulları ile bir toplantı yaptı. Emmioğlunun traktörü vardı. Rümeysa’yı öldürme işini bir trafik kazasıymış gibi kotarabilirlerse, hem kızı öldürür alınlarına sürülen lekeden kurtulurlardı hem de kimse hapse düşmezdi. Sabaha kadar konuşup bir plan yaptılar. Rümeysa ise karanlık odada, her an ağabeylerinden birinin gelip, onu vurmasını bekliyordu.
Birinci gün ve gece, kimse gelmedi. İkinci gün, vakit sabah mıydı, öğleden sonra mı, bilemiyordu Rümeysa, bir ara anası girdi odaya,
“Haydi, kalk, düş önüme,” dedi.
Başını bağladı, hırkasını giydi, çıktı anasının peşi sıra, kız. Bahçe kapısının önünde bekleyen taksiye bindiler. Ön koltukta, şoförün yanında Atıf abisi oturuyordu. Kasabaya doğru yola koyuldular.
“Ana, nereye gidiyoruz?” diye sordu.
“Sus,” dedi anası.
Bir ara umutlanır gibi oldu. Belki yeniden doktora gidiyorlardı, bekaretini ispat için. Belki öldürmeyecekler, sevdiğine vereceklerdi.
Kasabaya yaklaşırken, araba durdu, anası yüzünde tuhaf bir ifadeyle baktı kızına, elini başörtüsünden taşan saçına doğru, okşamak ister gibi uzattı, hemen geri çekti. Hiç bir şey söylemeden indi arabadan.
“Anam niye indi?” diye sordu kız.
Sus, konuşma, dediler. Sustu. Korkmaya başlamıştı. Kasabaya girmek üzereyken, arkalarından gelen traktörü fark etti. Traktörü emmi oğullarından biri kullanıyor, diğeri yanında oturuyordu. Ağabeyleri de traktörün üzerindeydiler, salkım saçak. O an, anladı başına gelecekleri. Herhalde onu, kasabanın diğer ucundan sazlıklara doğru çıkaracak, orada vuracaklardı.
Artık kasabadaydılar. Taksinin, bir ara bir yayaya yol vermesi için duraksamasından istifade edip, fırladı arabadan Rümeysa, arkasına bakmadan deliler gibi koştu, önüne çıkan bakkal dükkanına daldı. Tezgahın arkasına saklanmaya çalıştı. Peşinden gelen Atıf’a bakkal gözleriyle işaret etmiş olmalı ki, saçlarından yakalayarak, kızı sürükleye sürükleye dışarı çıkardı Atıf. Bakkalda alış veriş edenler ve bakkal müdahale etmediler. Rümeysa avaz avaz bağırıyor, “Kurtarın beni, Ölmek istemiyorum,” diye haykırıyordu.
Atıf onu traktörün gelmekte olduğu yola doğru sürükledi. Kasabalılar, bir film izler gibi, yolun iki yanına dizilmiş, olanları seyrediyorlardı. Kızın çığlıklarını duyanlar dükkanlarından çıkıyor, evlerin açılan pencerelerinden meraklı kadınlar başlarını uzatıyorlardı, Rümeysa ise, sürekli, bağırıyor, yardım istiyordu. Taş kesilmişti kasaba halkı. Kimsenin kılı kıpırdamıyordu.
Traktör hızını arttırarak gelirken, Atıf, saçlarına yapıştığı kardeşini, traktörün önüne fırlattı. Traktör Rümeysa’ya çarpınca, kız yere düştü. Araç üzerinden ileri doğru geçti. Seyredenler çığlıklarının yanı sıra, kızın kırılan kemiklerinin sesini de duydular. Direksiyondaki emmioğlu, geri vitese takıp, önce geriye, sonra yine ileriye gitti, geldi. Un ufak etti kızın kemiklerini. Kızın çığlıkları kesildi. Yan koltukta oturan, aşağı atladı, ayağıyla yokladı paramparça gövdeyi, yetinmedi, saçlarından tutarak başını kaldırdı yerden, yine yere bıraktı.
Traktördekilere, döndü, “Ölmüş,” dedi.
Traktördekilerin hepsi aşağı atladılar, Atıf’la birlikte, tabancalarını tüfeklerini havaya ateşleyerek, kutsadılar ölümü. Kaldırım kenarına toplanmış ve pencerelerden sarkmış olanlar zılgıt çekmeye başladılar, kasabanın kurtulan namusunun şerefine.
Jandarma geldi. Zabıt tutuldu. Sürücü önündeki aracı sollamak isterken, kız traktörün altına birden bire fırlamıştı. Sürücü frene basmıştı ama, ne çare!! Olayı seyredenlerden itiraz eden olmayınca, dosya kapandı.
Dosya kapandı kapanmasına da, Rümeysa’nın ailesine kimse selam vermez olmuştu kasabada. Aileden biri kahveye girdiğinde, herkes sırtını dönüyor, yolda karşılaşanlar gözlerini kaçırıyordu.
Kısa bir süre sonra, cinayeti seyretmiş olan birisi, Rümeysa’nın ölümünün bir trafik kazası değil, bir töre cinayeti olduğunu bildiren, imzasız bir ihbar mektubu gönderdi jandarmaya. Mektubu, Vicdan sahibi kasaba halkından biri, diye imzalamıştı.
Artık evlerde, dükkanlarda, berberde, kahvede kısacası her yerde bu konu konuşuluyor ve yağmur gibi ihbar mektupları yağıyordu, Jandarmaya. Bir grup insan, üstelik bu sefer, imzalı bir mektubu Valiliğe gönderince, iş ciddileşti. Dava yeniden açıldı. Yolun kenarına dizilip, olayı seyretmiş olanlar ifade vermeye çağrıldılar.
Cinayeti seyredenlerin dilleri, o gün susmuştu ama vicdanlarını susturmak mümkün olmamıştı. Bu kez, konuştular. Şahit oldukları cinayeti anlattılar.
Kasabanın bağlı olduğu şehrin mahkemesi, iki yıl süren soruşturmanın ardından, sanıkları önce müebbet hapse mahkum etti. Sonra, ağır tahrikten dolayı:
“Yörede evden kaçan kızın ortadan kaldırılması yönünde yanlış bir örf ve adet mevcuttur. Çağdışı da olsa buna uymayan kardeş ve babanın toplumun baskısı altında kaldıkları, kınandıkları, dışlandıkları ve hor görüldükleri bir vakadır…” gerekçesiyle cezaları on beş yıla ve sanıkların duruşmadaki iyi hallerini göz önüne alarak, on iki yıl ve altı aya indirdi.
Yargıtay 1. Ceza Dairesi, 9 Şubat, 1998 tarihinde kararı onadı.
Sonra ne mi oldu?
Yirmi beş yaşındaki genç kızı, acı çektirerek öldüren katiller, 2001 yılı içerisinde çıkartılan ‘Şartlı Salıverme Yasası’ ile, tahliye edildiler. Ülkemizde bu Yasa, Rahşan Affı diye bilinir.
*Bu öykü gazeteci/ yazar Mehmet Faraç’ın Töre Kıskacında Kadın (Günizi Yayıncılık 2004) adlı kitabındaki gerçek bir töre cinayetinden ilham alınarak yazılmıştır.