Sedat Peker’in ifşaatlarının Türkiye’nin gündemine oturduğu şu günlerde, aktivist Beren Azizi, devlet ve mafya ilişkisine dayanan ve LGBTİ+ bireylerin yaşamlarını tehdit eden devlet politikalarının dünü ve bugününü hatırlatıyor.
“Vahametin boyutunu yeni mi öğreniyorlar? Vatan-millet diye diye tabii ki mafya devleti ele geçirdi, geçiriyor ve devlet de mafyayı. Oysa vatandaşlıktan dışlanmış, sınırda veya sınırdışı kimliklerin hayatlarında her zaman mafya-devlet ilişkisinin ta kendisi vardı.”
Fotoğraf: Reuters
Beren Azizi / Kaos GL
Son günlerde devletin ve mafyanın ilişkisinin boyutuna şaşıran entelektüel ve gazetecilerle karşılaşıyoruz. Oysa “sade vatandaş” sendromuna gazetecilerin ve entelektüellerin kapılma lüksünün olmaması gerekirdi; çünkü vatandaşlıktan dışlanmış kimliklerin hayatlarına şöyle bir bakmak yeterli olur devlet – mafya ilişkisini biraz olsun görmek için. Bu kadarını bile yapamamışlar mı bugüne kadar diye rahatsız oluyor insan. O halde sorun mafya – devlet ilişkisi olduğu kadar, hatta ondan daha çok, ötekileştirilmiş ve dışlanmış kimliklerin şiddet ve ayrımcılık dolu hayatlarına gözlerimizi rahatlıkla kapatabiliyor oluşumuzda da. “Kanun önünde herkesin eşit olduğu” bir “hukuk devletinde” bazı toplumsal gruplara karşı bu derece yoğun şiddet ve ayrımcılık değirmenin suyu nereden geliyor?
Vahametin boyutunu yeni mi öğreniyorlar? Vatan-millet diye diye tabii ki mafya devleti ele geçirdi, geçiriyor ve devlet de mafyayı. Acı olan kamuoyunun ve dahası entelektüellerin bunu yeni duymuş gibi şaşırmaları, sınırda kimliklerin ne yaşadığından bihaber “sade vatandaşlar” olarak hayatlarına devam edebilmiş olmaları. Oysa vatandaşlıktan dışlanmış, sınırda veya sınırdışı kimliklerin hayatlarında her zaman mafya – devlet ilişkisinin ta kendisi vardı.
Ülker Sokak, Eryaman, Esat…
Buralarda yaşanan cezasızlık politikaları ve çete saldırıları devlet ve mafya ilişkisinin sonucu değil de neyin sonucuydu? Devlet, trans kadınlara karşı insan hakkı ihlallerini çeteler aracılığıyla gerçekleştirmedi mi? Saldırganlar hep çeteydi. Nereden geldiği belli olmayan çetelerle trans kadın vatandaşlara saldırdılar buralarda. Vatan – millet diye diye üstelik… Mesela trans kadınlarla yıllardır birlikte yaşayan Ülker Sokak’ın “sade vatandaşlarının” evlerine bir anda Türk bayrağı astırdılar. Kendine Ülkücü diyen, o sokakta dahi yaşamayan, hayatında belki Ülker Sokak’a hiç uğramamış “sivil” gruplar bir anda sokağın başına Türk Bayrağı’yla gelip “Fatih’in torunları ibne olamaz!” diye slogan attılar. Öyleyse devlet ile mafyanın ilişkisinin gündeme geldiği bu günlerde hem 1996’da Ülker Sokak’ta neler olduğunu hem de 2006 Ankara Eryaman olaylarını yeniden hatırlamamız, hatırlatmamız ve unutmamamız gerekiyor; çünkü vatandaşlıktan dışlanmış sınırda kimliklere gözlerimizi kapamamızdan da beslenen bir sistemle karşı karşıyayız.
1996 Ülker Sokak…
Ülker Sokak hakkında başta Pınar Selek’in Maskeler Süvariler Gacılar kitabı olmak üzere belirli araştırmalar yapıldı ve yazılar yazıldı. Avukat Yasemin Öz’ün Kaos GL’deki ‘Ahlaksızlar’ın Mekansal Dışlanması yazısı da çokça kullanılmış bir referans kaynağı. Ayrıca birçok tanıklık da mevcut. Olayı yaşayanların bazıları hayatta ve Ülker Sokak hafızalarıyla hayatlarına devam ediyorlar. Yazılanların dışında yazılmayanlar da var. LGBTİ+ aktivistleri olarak birçok tanıklık dinledik, dinliyoruz hala. Birçok meseleye tanık olduk ve oluyoruz. Bugünlerde ise Ülker Sokak’ı yeniden konuşmamız gerekiyor. Ülker Sokak’a bugünden baktığımızda daha önce anlaşılamamış yeni anlamları ortaya çıkıyor. Bitmiş bir mesele değilmiş Ülker Sokak, aksine bugüne kadar sürecek olan LGBTİ+ insan hakları mücadelesini bastırmanın bir rol modeliymiş. Bugün çok iyi görebiliyoruz ki Ülker Sokak modeli, devlet ve mafya ilişkisine dayanan bir devlet politikası olarak LGBTİ+ vatandaşların varlığına ve eşitliğine karşı tedavülde.
Ülker Sokak’tan bugüne 25 yıl geçti ve bugün LGBTİ+ hak savunucuları olarak çok daha iyi görebiliyoruz ki Ülker Sokak, devletin LGBTİ+ politikası için adeta bir rol model kurmuş: LGBTİ+’ları medya yoluyla ve yalan bilgiyle hedef göstererek işlenmesi “gereken” insan hakkı ihlallerini, gönüllü milliyetçi “sade vatandaşlarına” işleterek ellerini temiz tutan bir model bu. Devletle çetelerin cezasızlık, sırt sıvazlama, hedef gösterme, suç teşvik etme, emir vermiyormuş gibi görünerek emir verme ve başka ortaya henüz çıkmamış çeşitli yöntemlerle işbirliği yaptığı bir model. İşte bu model Ülker Sokak’ta rüştünü ispatlamıştı ve devletin LGBTİ+ hak mücadelesine karşı homofobi ve transfobi politikası olarak hayatımıza daha önce hiç olmadığı kadar girdi.
1996 yılının Haziran ayında, 3 – 14 Haziran, Habitat konferanslarının ikincisi olan Habitat II İstanbul’da düzenlendi. Bu konferanstan hemen önce İstanbul’un en gözde alanlarından birinde bulunan ve bir rant bölgesi olan Beyoğlu’nda bir “temizlik operasyonu” başlatıldı. Şehrin bu gözde rant alanından temizlenmesi gereken “pisliklerden” biri de yıllardır Beyoğlu Ülker Sokak sakinleri olan trans kadın vatandaşlardı. Bir anda, kelimenin tam anlamıyla bir anda, daha önce karşılaşılmamış türden saldırılar başladı mahalle sakini trans kadın vatandaşlara yönelik olarak. Mehmet Ağar, dönemin Adalet Bakanı’ydı. Aynı yıl, Haziran ayında İçişleri Bakanı oldu Ağar. Medya, “travesti terörü” şeklindeki nefret diliyle toplumun bir bölümünü cinsiyet kimliği sebebiyle hedef almaktaydı. “Sade vatandaşlar” kara propaganda ve bilimdışı yalan bilgilerle homofobik ve transfobik şekilde provoke ediliyorlardı. İşte böyle bir fobik “uzlaşı” ortamında nereden geldiği belli olmayan çeteler ise insan hakkı ihlallerinin başrolündeydiler.
Ülker Sokak saldırıları hakkında kentsel dönüşüm, rant ve Habitat II süreçleri “meselenin asıl nedeni” olarak çokça konuşuldu, Selek’in kitabı da meseleyi bu merkezde ele alıyor. Hatta Avukat Yasemin Öz, yukarıda bahsettiğim yazısında, “mesele basitçe transfobi ve homofobi de değildi aslında” diyor. Oysa bugünden baktığımızda ise, yani bugün devletin dahil olduğu LGBTİ+’lara yönelik saldırılara baktığımızda, o gün Ülker Sokak’ta yaşananların “basitçe Habitat II ve rant olmadığını” görüyoruz. Çünkü bugün Ülker Sokak’taki saldırı modelini kentsel dönüşüm veya rantla ilgisiz alanlarda da aynen görüyoruz. En basit saldırılardan dava konusu olmuş kitlesel boyuttaki ciddi saldırılara kadar model bu. Örneğin İstanbul Sözleşmesi’ne, LGBTİ+ örgütlenme hakkına, üniversitelerdeki LGBTİ+ kulüplerine karşı yürütülen tehdit siyasetinde “gereğini yaparız, yaptırırız” içeriği açıkça hakim. Bunlar son derece “üstü kapalı” süreçler ve bu üstü kapalı çağrıları işlevsel hale getiren de yargının cezasızlık politikaları. Nefret suçları cezasız bırakılıyor, suçlular “millet adına” suç işleme “özgürlüğü” ediniyorlar.