Gülseren Onanç
Amerika Açık Tenis Turnuvasının finaline iki Büyük Britanyalı Emma Raducanu ve Kanadalı Leylah Fernandez, tek kadınlarda finale çıkarak tarihi bir başarıya imza attı. Tenis tarihinde ilk kez seri başı olmayan 2 kadın final oynadı. Emma Raducanu şampiyon oldu.
İki genç kadın da göçmen ailelerin çocukları. 18 yaşındaki Emma Çinli bir annenin ve Romanyalı bir babanın kızı. Kanada’da doğup 2 yaşında ailesiyle birlikte İngiltere’ye taşınmış. 19 yaşına yeni giren Kanadalı Leylah’ın annesi Filipinli, babası ise Ekvatorlu. Bu iki başarılı kadın göçmen kadınlara fırsat verildiğinde geldikleri ülkede nasıl başarılı vatandaşlar olabileceklerine ilişkin şahane örnekler.
Öte tarafta üçüncü turda Leylah Fernandez’e yenilip turnuvaya veda eden geçen senenin şampiyonu Japon kadın tenisçi Naomi Osaka, tenise bir süre ara verebileceğinin sinyalini verdi. Bir süredir duygusal yönden yıpranan ve depresyon nöbetleri geçirdiğini söyleyen 23 yaşındaki Naomi, sporcuların da insan olduğunu ve kendilerinden sürekli yüksek performans beklenmesinin psikolojilerini bozduğunu savunuyor.
Kendisinden yüksek performans beklenen geçen yılın şampiyonu Naomi, kimlik hırsızlığı sendromu adı verilen bir psikolojik süreç yaşıyor. Bütün başarılarına rağmen kendini yetersiz hissettiğini söyleyen Naomi’nin sorunlarını sosyal medya hesapları ile kamuoyu önünde açık bir şekilde paylaşması özellikle siyahi genç kadınlar tarafından çok takdir ediliyor. Amerika Açık’ta korta “Siyah hayatlar değerlidir” hareketinin maskesi ile çıkan, Fransa Açık’ta maç sonrası basın toplantısına katılmayı reddedip turnuvadan çekilerek “elit” tenis sporunun egemen çevrelerine kafa tutan Naomi Z kuşağı gençliğine iyi bir örnek.
Üniversiteli gençler: “Geleceğimiz yoksa korkumuz da yok”
Türkiye’deki gençlik araştırması gençlerin insanlığın geleceği konusunda endişeli olduğunu ortaya koyuyor.
Gençlerin üçte ikisi iklim krizi nedeniyle üzüntü, korku ve anksiyete hissettiğini, birçoğu da öfke, çaresizlik, keder ve utanç gibi duygular içinde olduklarını söylüyor. Ankete katılan gençlerin birçoğu kendileri için bir gelecek görmediklerini, siyasetçiler ve yetişkinlerin ihanetine uğramış, onlar tarafından gözardı edilmiş ve terk edilmiş hissettiklerini söylüyor. Üniversiteli gençler Türkiye’de yüksek enflasyon, döviz kurlarındaki artış ve koronavirüs salgınının etkisiyle yükselen kiraları ve yurtlara yapılan zamları protesto ediyor. Barınmanın temel hak olduğunu ve engellenemeyeceğini söyleyen gençler “Geleceğimiz yoksa korkumuz da yok” diyorlar.
Bu yozlaşmış sistemi değiştirmeliyiz
Nitekim, İTÜ mezuniyet töreninde üniversite birincisi Hüseyin Umutcan Ay’ın konuşması üniversiteli gençlerin cesur isyanlarına güzel bir örnek oldu. Şahane bir aktif vatandaş örneği olan Umutcan’ın konuşmasında kadına yönelik şiddet, yoksulluk ve gençlerin gelecek kaygılarına vurgu yaparak, biz feministlerin yıllardır kullandığı “hegemonların elinde yozlaşmış bu sistemi değiştireceğiz” mesajını vermesi geniş bir kitlede heyecan yarattı.
Geleceklerinin olmayacağını düşünen gençler, bir kahraman arayışını bırakıp kendi kaderlerini kendi ellerine almak zorunda olduklarının farkına vardıkça cesaretleri artıyor. Bu değişimden rahatsız olan baskıcı, dindar, muhafazakar iktidar, tıpkı kadın hareketine yapmaya çalıştığı gibi gençlik hareketinin de özgürleşme ve değişim mücadelesine karşı hamle ile cevap vermeye çalışıyor. Son günlerde Türkiye’nin her konusunda söz söylemeye başlayan Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Ali Erbaş üniversite kampüsleri ve öğrenci yurtlarında Kur’an kursları açacaklarını duyurması bu hamlelerden biri.
Taliban’ın Afganistanlı kadınlara ve kız çocuklarına yönelik ayrımcılığının Türkiye’de laiklik hassasiyetini artırdığı, gençlerin gelecek endişesi yaşadığı, özgür eğitim ve barınma hakkı talep ettiği bir dönemde, iktidarın üniversitelerde kuran kursu açmayı önermesi artık Türkiye’ye bir gelecek vaat edemeyeceğinin göstergesi.
Afgan kadınların Türkiye’den beklentisi
Öte tarafta, Taliban ile görüşebileceklerini söyleyen Cumhurbaşkanı’ndan Afganistan’da kadın haklarını savunması yönünde beklentisi olanlar var: Bunlardan biri Sima Samar. İnsan hakları aktivisti ve Afganistan eski Kadından Sorumlu Devlet Bakanlığı yapmış olan Sima ile Afganistan’daki son gelişmeler hakkında konuştuk. Sima Türkiye’nin Afgan kadınları ve kız çocuklarını Taliban’a karşı korumada önemli bir rol üstlenebileceğini düşünüyor.
Sima’ya Türkiye’deki kadın hareketinin hükümete Taliban’ı tanımaması gerektiği yönünde uyarıda bulunduğunu, Taliban’ı tanıyan hükümeti kadın hareketinin tanımayacağını söylediğimde cevabı şöyle oldu: “Türkiye hükümeti Müslüman oldukları ve Taliban üzerinde nüfuz sahibi oldukları için diğer ülkelerden daha güçlü bir rol oynayabilir, bu yüzden Taliban’la ilişki kurmalarını, ancak insan hakları ve kadın hakları ilkeleri üzerinde pazarlık yapmamalarını öneriyorum. İlişki kurmak tanımaktan farklıdır. İlişki bazı olumlu değişiklikler getirmeli.”
Bugün Afgan kadınlar eşitlik mücadelesinde Türkiye’den destek bekliyorsa burada kadın hareketinin yıllardır verdiği mücadelenin çok önemli bir yeri var.
Yaşamını bir halkın SES’ini duyurmaya adamış Hrant Dink adına verilen ödüller bu yıl Türkiye ve Filipinler gibi iki baskıcı rejim altında mücadele eden kadınlara verildi. Mor Çatı Derneği’nin kurucularından kadın hakları savunucusu ve hukukçu Canan Arın ve Filipinler’de zor koşullar ve yüksek kişisel risk altında çalışan basın özgürlüğü savunucusu ve araştırmacı gazeteci Maria Rasse ödülün sahibi oldular.
Onların verdiği mücadele yolumuzu aydınlatıyor bize cesaret veriyor.