Gülseren Onanç
Benim sivil toplum ve siyaset dönemim AK Parti’nin aralıksız süren 18 yılına denk geldi. Bu sürenin 2007–2010 yılları arasında Sayın Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile çeşitli kereler bir araya gelmişliğim var. Hatta bir defasında, Başbakanlık binasının küçük toplantı odasındaki bir toplantıda şahsına “selam” diye hitap etmişliğim bile var. Şimdi imkansız gibi görünse de, sivil toplum ile fikir alışverişinin yapıldığı, bizim taleplerimizi çekinmeden söyleyebildiğimiz yıllar da oldu.
Benim Türkiye Kadın Girişimciler Derneği (KAGİDER), başkanı olduğum yıllarda Fatma Şahin kadın kolları başkanı olarak kadın kuruluşları ile yakın işbirliği içindeydi. Fatma Hanım, kadının işgücüne katılımının önündeki en önemli engellerden biri olan kamu tarafından kreş desteğine ilişkin taleplerimizi Başbakan’a direk iletmemizin faydalı olacağını söyledi. Bize randevu verildi, yönetim kurulundan iki arkadaşım ile dosyamızı hazırlayıp Ankara’ya gittik. Adı artık Eski Başbakanlık Binası olarak geçen küçük, mütevazı binaya girdiğimizde hissettiğim duygu; aktif bir vatandaş olarak inandığım bir davayı devletin en üst uygulama makamına iletmenin özgüveniydi.
Beştepe’ye yapılan Saray’ın yakınından bile geçmedim. Ama kamusal binaların vatandaşın üstüne kurduğu tahakkümü düşündüğüm zaman, bin odalı saraya girsem bu duyguyu yaşamazdım diye düşünüyorum. Başbakanlık Özel Kalemi bizi odaya kabul ettiğinde Başbakan Recep Tayyip Erdoğan bizi ayakta karşıladı. Yanındaki koltuğu dernek başkanı sıfatı ile bana gösterdi, iki arkadaşım sofaya sağlı sollu oturdular. Türkiye ziyaretinde Cumhurbaşkanı’na yaptığı ziyarette yaşanan koltuk krizi için, “Kendimi kırgın ve yalnız hissettim” diyen Ursula Von der Leyen’i, bir zamanlar oralardan geçmiş biri olarak, çok iyi anladığımı düşünüyorum.
Ben hemen konuya girip taleplerimizi anlattım, dosyamızı sundum. Başbakan dosyanın üzerine notlar aldı. Sonra dosyayı kapattı ve “şimdi de benim bir sorum var” dedi ve ekledi: “Kaç çocuğunuz var?” “Hoppala ne alaka?” diye geçirdim kafamdan. Meltem, “Benim bir çocuğum var” dedi, Aydan “Ben bekarım” dedi, sıra bana geldi “Ben evliyim ama çocuğum yok” dedim. Başbakan’ın yüzünde hayal kırıklığı ile kızgınlık karışımı bir ifade belirdi, yüzünü bana doğru çevirip, “O zaman hayatın ne anlamı var?” diye sordu. Cevabım çoktan hazırdı. “Doğurmadığım çocuklara destek olarak yaşantıma anlam katıyorum” deyiverdim. Onun üzerine ikisinin aynı olmadığı, kendi kızlarının hem kariyer hem çocuk yaptığı üzerine uzunca bir konuşma yapıp bizi yolcu etti. Özgüven ile girdiğim binadan, kızgınlık ve kırgınlık ile ayrıldığımı hatırlıyorum.
İstanbul Sözleşmesi’nden bir gecede çıkabilen, “her kürtaj bir Uluderedir” diyen, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı eliyle kadınların aile sorumlulukları ekseninde desteklenmesini hedefleyen Recep Tayyip Erdoğan’ın kafasındaki rejimde kadının eşit bir vatandaş olarak yeri yok. Kadın ve erkeğin eşit olmadığını açık olarak söyleyen Cumhurbaşkanı kadınların erken yaşta evlenmesini, mümkünse üç çocuk doğurmasını, hakkı bile olsa, sosyal yardımdan yararlanan kadınların iktidara koşulsuz itaat etmesini istiyor.
Ama nafile, eşit vatandaş olarak, şiddetsiz, onurlu bir yaşamı talep eden, İstanbul Sözleşmesi’nden çıkma kararını reddeden, 8 Mart Gece Yürüyüşü’nde meydanlarda “bedenime karışma” diye bağıran, İkizdere’de vadisini koruyan kadınlar Cumhurbaşkanı’nın bir grup tarikat, yandaş şirket ve yandaş medya ile Türkiye’ye dayattığı rejime karşı direniyor.
Kadın Yoksulluğu Artıyor
Öte tarafta kadınlar, pandemi döneminin de etkisi ile derin bir yoksulluk ile boğuşuyor. Esnafın, pazarcının, üreticinin pandemi sürecindeki mağduriyeti konuşulurken, artan kadın yoksulluğu gündeme gelmiyor. Oysa 11 Mart 2020’de “Evde Kal Türkiye” ile başlayan süreçte yoksul kadınların temel ihtiyaçlara erişimi bile çok sınırlandı. Yıllardır yoksulluk ile mücadele eden Hacer Faggo “kağıt toplayıcı bir anne çocuğunu sırtına almış bir taraftan çöplerin içinden yiyecek toplamaya çalışırken öte taraftan kadın olmasından kaynaklanan toplumsal baskıya uğruyor” diyerek kadınlar için yoksulluğun yakıcı fotoğrafını gözler önüne seriyor. Önümüzdeki sene yoksulluk yüzünden binlerce çocuğun okulu bırakacağını öngörüyor.
Uluslararası sivil toplum kuruluşu Oxfam’ın yeni raporuna göre, salgın en çok kadınları etkiledi. 2020’de salgın yüzünden 64 milyondan fazla kadın işini kaybetti, 800 milyar dolar, yani 98 ülkenin gayri safi yurtiçi hasılasına eş değer gelir kaybı yaşadı.
IMF’nin araştırmasına göre, kapanmadan ve kapanma sonucu ortaya çıkan sorunlardan orantısız bir şekilde etkilenen ve pandeminin en ağır ekonomik yükünü çekenler küçük çocuklu anneler oldu.
Kadın Yoksulluğunu Önlemeye Yönelik Tedbirler Neden Uygulanmıyor?
Durum böyle iken hükümetler ne yapıyor? BM Kadın Birimi dünya çapında hükümetler tarafından uygulanan COVID-19 krizinde cinsiyete dayalı politikaları geçen Eylül ayında derlemişti. Türkiye’nin kadına yönelik şiddet ve ücretsiz çalışma alanındaki girişimleri olsa da, kadınların yoksulluğunu gidermeye yönelik herhangi bir programı yok.
Kadın Yoksulluğu ve Siyasal İslam
Kadın yoksulluğu tartışırken, “ne” olduğu farklı kurum ve kuruluşlar tarafından ortaya konulsa da, asıl “neden oluyor” sorusuna ilişkin bir çözümsel yaklaşıma ihtiyacımız var. Ankara Üniversitesi’nden Prof. Dr. Gamze Yücesan Özdemir, “Kapitalizmin var ettiği yoksulluğu, siyasal islam derinleştiriyor” diyor.
Siyasal İslamın kadın yoksulluğunu nasıl derinleştirdiğini aşağıdaki başlıklarda sıralıyor:
- Siyasal İslam kadınların toplumsal yaşamda erkeklerle eşit yurttaşlar olarak var olmasının önünde engeller koyar,
- Kız çocuklarının okula ve eğitime ulaşımına set çeker,
- Kadın emeğinin sömürüsünü kalın ve gerici bir örtü altında gizler,
- Kadın emekçileri toplumsal yaşamdan dışlar. Kadınların giyimi, toplumsal yaşamda varoluşu tartışılır olur.
- Kadın emekçilerin özgürlüğünü kısıtlar. Özgürlük, kadının yalnızca bireysel yaşamında değil toplumsal yaşamda da söz sahibi olmasını ve bu deneyim içinde kendi özgül niteliklerini kaybetmeden var olabilmesini içerir. Siyasal İslam bu özgürlüğü kısıtlar.
ABD’nin Afganistan’dan ayrılmasına ilişkin olarak, Taliban’ın siyasal İslamın rejimi altında ezilen kadınlarının çığlığına kulak vermenizi öneriyorum.
Kadının varlığının anlamını çocuk doğurmaya indirgeyen ataerkil, siyasal İslamın dayattığı zihniyete karşı direnen, kendi özgür iradesi ile sevdiği ve istediği için anne olan, karşılaştığı bütün yoksunluğa karşın çocuğunun bakımını, yaşantısının birinci görevi yapan, yaşamı yeniden üreten annelerin Anneler Günü’nü kutluyorum.