North Texas Üniversitesi Kadın ve Toplumsal Cinsiyet Çalışmaları’nda akademisyen Özlem Altıok’tan İstanbul Sözleşmesi’nin niteliğine ve toplumsal önemine, feminist hareketin direnişine, kararın olası sonuçlarına yakın plan…

Özlem Altıok / 1+1 Express
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 20 Mart 2021’de verdiği İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararının ardından Danıştay, Türkiye’deki feminist aktivizm için odak noktası haline geldi. Bir buçuk yıla yakın bir süredir verilen mücadelenin bu aşamasında Danıştay 10. Dairesi, 19 Temmuz 2022 tarihinde beklenen kararı açıkladı. Bu karar, özetle, Cumhurbaşkanı şahsen öyle istediği için, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin (TBMM) oybirliği ile onayladığı temel bir insan hakları sözleşmesi olan İstanbul Sözleşmesi’nden herhangi bir kısıtlama veya Meclis onayına tabi olmadan çekilme yetkisi olduğunu iddia ediyor.
Türkiye’nin en yüksek idari mahkemesi olan Danıştay’ın görevi, yürütmeyi denetlemek. Ancak Danıştay verdiği bu skandal kararla görevini yerine getirmemek bir yana, Cumhurbaşkanı’nın temel haklara ilişkin uluslararası sözleşmeleri onaylama, yürürlükten kaldırma, onay kanununu geçersiz kılma gibi türlü çeşit yetkileri olduğunu iddia ederek bu yetkileri kendisine adeta altın tepside hediye etti. Halbuki Danıştay savcıları, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kararının hukuka aykırılığına ilişkin görüşlerini her duruşmada yinelemişti.
Danıştay, bu kararı, Nisan ve Haziran aylarında Ankara’da görülen duruşmalarda da hazır bulunan tetkik hâkimi ve üç Danıştay savcısının Cumhurbaşkanı’nın tek başına verdiği çekilme kararının iptali yönünde görüş bildirmiş olmasına rağmen, üç hâkim oyuyla, oy çokluğuyla aldı. Buna karşın beş kişilik heyetteki iki hâkimin Cumhurbaşkanı’nın kararının hukuksuz olduğu yönünde koyduğu muhalefet şerhi başlı başına kaydedilmesi gereken, umut verici bir gerçek.
Vahim olan,üç Danıştay hâkiminin, ilgili anayasa maddelerini yok sayarak TBMM’ce oybirliği ile onaylanmış bir uluslararası sözleşmeden Cumhurbaşkanı’nın, kimseye danışmadan, herhangi bir kamu yararı ve gerekçe açıklama ihtiyacı olmaksızın, yasama organından herhangi bir onaya ihtiyaç duymadan – tabiri caizse “kendi kafasına göre”– çekilme yetkisi olduğunu iddia etmesi.
Danıştay’ın skandal kararı, Türkiye’de nasıl bir rejimle yönetildiğimizin, tam en dipteyiz derken daha nasıl karanlığa sürüklendiğimizin göstergesi niteliğinde. Türkiye’de yargı bağımsızlığı olmadığını ve hukuk sisteminin çöküşünü tescil ediyor. Skandallar bununla da bitmiyor, koskoca yüksek idari mahkemenin kararı ve gerekçesi, henüz son okuması bile yapılmamışken, davacı taraflardan önce Anadolu Ajansı’na servis edilmiş.
Danıştay’ın Sözleşme’den çekilmenin hukuka uygun olduğunu, Cumhurbaşkanı’nın böyle bir yetkisibulunduğunu iddia eden bu skandal kararı, kadın ve LGBTİ+’ların can güvenliğine saldırıların devlet eliyle teşvik edilmesinin ötesinde sonuçlar doğuracak. Bu kararla birlikte, yazar Berrin Sönmez’in de altını çizdiği gibi, “Danıştay diktatorya için gereken hukuki zemini oluşturdu.”
Sözleşme’den çekilmek Anayasa’ya aykırı değil mi?
28 Nisan, 7, 14 ve 23 Haziran 2022 günlerinde Danıştay’da görülen tarihi duruşmalarda davacıların dile getirdiği, Cumhurbaşkanı’nın temel insan haklarına ilişkin uluslararası bir anlaşmadan çekilme yetkisinin bulunmadığına dair açık ve güçlü argümanlara dayanak olan Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 90. maddesi çok net: “Uluslararası anlaşmaları onaylama yetkisi TBMM’ye aittir.”
Nitekim TBMM, 2011 yılında bu yetkisini kullanarak İstanbul Sözleşmesi’ni oybirliğiyle onayladı, halen yürürlükte olan ve ancak bir kanunla yürürlükten kaldırılabilecek olan 6251 Sayılı Kanun’u çıkardı. Buna rağmen Danıştay 10. Dairesi kararına onay veren üç hâkim, “Cumhurbaşkanı kendisinin kendisine verdiği yetkiye dayanarak istediği uluslararası anlaşmayı onaylar, istediğinden çıkar, yasamaya da sormaz” dedi. Oysa Anayasa’nın 90. maddesi “Türkiye Cumhuriyeti adına Yabancı Devletlerle ve Milletlerarası Kuruluşlarla yapılacak andlaşmaların onaylanması, Türkiye Büyük Millet Meclisinin onaylamayı bir kanunla uygun bulmasına bağlıdır” diyor. Bundan muaf tutulabilecekler olarak “ekonomik, ticari, teknik veya idari andlaşmaları” sıralıyor –ki İstanbul Sözleşmesi sıralanan bu kategorilere girmez, kişi hak ve özgürlüklerini korumayı hedefleyen temel bir insan hakları sözleşmesidir. Anayasa’nın 90. maddesindeki anlamla çelişecek şekilde yorumladığı 104. maddesini gerekçe gösteren Danıştay, bu ikisini ve Cumhurbaşkanı’nın 9 no’lu kararnamesini “birlikte değerlendirip” Cumhurbaşkanı’nın “yaptım, oldu” dediğini “hukuki” imiş gibi göstermeye çalıştı.
Usûlde paralellik ilkesi
Çekilme kararının iptali istemli dilekçelerdeki bir diğer temel argüman, Cumhurbaşkanı’nın temel ve evrensel bir idari hukuk ilkesi olan “usûlde paralellik” ilkesini ihlal ettiği. Bu, işlem yapılırken uyulan usûl ve esaslara, kanunda aksi yönde bir hüküm bulunmaması durumunda aynı işlemin kaldırılması ve geri alınması sırasında da uyulması gerektiği anlamına geliyor. Ancak Cumhurbaşkanı’nın bu temel idari hukuk ilkesini de çiğneyebileceğini iddia eden Danıştay’a göre, “yeni hükümet sisteminde yürütme yetkisini haiz Cumhurbaşkanı tarafından feshedilmesinde yetkide ve usûlde paralellik ilkesine aykırılık bulunmamaktadır.”
Kısaca“her iş artık onda, tek adamda”. Daha önce Meclis’ten geçmiş olan bütün uluslararası anlaşmalardan Cumhurbaşkanı bir gece yarısı keyfi nasıl isterse, nasıl uygun görürse çıkabilir. Böylece yargı eliyle Cumhurbaşkanı neler neler yapabilir!
Şiddet mağdurları zaten korunuyor mu?
Anayasa’yı ve usûlde paralellik ilkesini alenen ihlal eden Cumhurbaşkanı kararında bir hukuksuzluk bulmayan Danıştay hâkimlerinin, hükümetin Sözleşme’den çekilmeden bu yana yaratmaya çalıştığı algıyı pekiştiren şu satırları da vahim: “Kadına yönelik şiddet ve aile içi şiddetin önlenmesi ve şiddet mağdurlarının korunması amacıyla iç hukukumuzda, Anayasa ve 6284 sayılı Kanun başta olmak üzere birçok düzenlemenin bulunmakta olduğu, bu düzenlemelere dayalı uygulamaların da belirlenen plan dahilinde hayata geçirildiği anlaşılmaktadır.”
Yani, Sözleşme’ye gerek yok. İç hukukumuz yeterli. Yerli ve milli (!).
Kararda Anayasa’nın –Cumhurbaşkanı’nın 2010’da açıkça inanmadığını ilan ettiği– eşitlik ilkesini belirten 10. maddesinden, Sözleşme karşıtlarının yeni hedefi olan 6284 sayılı kanundan, insan hakları ihlallerinin arşa erdiği dönemde (2 Mart 2021’de) çıkarılan İnsan Hakları Eylem Planı’ndan bahsedilmiş. Son dönemdeki birtakım yasa değişikliklerinden bahsetmeyerek konunun esasına dair bilgi eksikliklerini ve ilgisizliklerini açık etmiş olan, Cumhurbaşkanı’na yeni yetkiler hediye eden, iç hukukumuzu yeterli bularak İstanbul Sözleşmesi’nin iptalinde sorun görmeyen üç Danıştay hâkimi, verdikleri karar sonrasında 6284’ün kadük ilan edilmesi konusunda ne düşünüyor acaba?
İstanbul Sözleşmesi, “kadına karşı şiddeti önlemek için temel sebep olan toplumsal cinsiyet eşitsizliğini ortadan kaldırmak gerekir” diyor. Bu tümceyi dikkatle okuyunca, neden bu iktidarın İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmek istediği de anlaşılıyor. Sözleşme, kelimenin çarpıtılan veya farklı mânâlarla yüklü anlamıyla değil, “radikal” kelimesinin Latincede “kök” anlamına gelen sözcükten türemiş olduğu düşünüldüğünde gerçek anlamıyla radikaldir.Kadına karşı şiddetin kökünde erkek-egemen toplumun olmazsa olmazı, toplumsal cinsiyet eşitsizliği vardır. Ezcümle, İstanbul Sözleşmesi’ne karşı çıkanlara bakınca, başka nelere karşı çıktıklarını, neleri savunduklarını değerlendirince, aslında karşı çıktıklarının bir temel prensip ve normatif değer olarak eşitlik olduğu görülür.
Sözleşme’nin 4. maddesi, devletlere, “şiddetle mücadele ederken ayrımcılık yapmayacaksın” diyor. Şiddete uğrayanın ekonomik sınıfı, etnik kökeni, cinsel yönelimi, göçmenlik durumu ve benzeri sebeplerden ötürü ayrımcılık yapmayacaksın, bu kadar basit. Bu yüzden de temel bir insan hakları sözleşmesi sayılır; özelde kendi başına, birey olarak insandan sayılmayan –yani toplumun genelinin, o veya bu erkeğin eşi, kızı, nişanlısı, annesi kimliğiyle gördüğü veya hiç görmediği– kadınlar için, LGBTİ+’lar için Sözleşme hayati önem taşır.
Yazının devamına buradan ulaşabilirsiniz.