Günlerdir hüzün, mutsuzluk, öfke, kafa karışıklığı ve umutsuzlukla boğuşuyor, geleceğimiz ve gelecek nesiller için endişe ediyoruz.
Bu hislerin literatürde bir adı var: Eko-anksiyete. Akademisyen ve psikolog, Dr. Gizem Sürenkök günlerdir süren yangınların insanlara yansımasını anlatıyor.
Büyük bir hızla düşen böcek sayıları. Altıncı kitlesel yok oluş. Buzulların erimesi. Deniz seviyesinin yükselmesi. Dünyanın dört bir yanındaki orman yangınları… İklim değişikliği, tüm trajedisiyle gözlerimizin önünde tezahür ediyor.
Günlerdir Türkiye’nin birçok noktasında devam eden orman yangınları eko-anksiyete kavramını tekrar gündeme getirdi.
Akademisyen ve psikolog, Dr. Gizem Sürenkök günlerdir süren yangınların insanlara yansımasını ve yaşadığımız duygu durumunu nasıl yönetebileceğimizi Bianet’ten Ayşegül Özbek’e anlatıyor.
A.Ö. Eko-anksiyete ya da ekolojik kaygı nedir? Ne zamandan beri gündemimizde?
G.S. Eko-anksiyete, türlerin yok olmasından, kaynakların tükenmesinden ve gelecekte bir gün içerisinde yaşanılabilir bir dünya bulamamaktan duyulan kaygı anlamına geliyor. Bu kaygıya sahip kişiler doğanın katledilmesinden dolayı öfke, suçluluk, utanç, panik gibi duygular yaşayabiliyorlar. 2007 yılından beri bu konu hakkında araştırmalar yapılıyor olsa da giderek daha fazla gündeme geldiğini söyleyebiliriz.
A.Ö. İklim krizi küresel çaplı bir sorun ancak doğanın gördüğü tahribatı, felaketleri hepimiz aynı şekilde karşılamıyoruz sanırım. Bunun kişisel bir yönü de var mı? Ekolojik kaygı yaşayan bireyler nasıl etkileniyor, nasıl tepki veriyorlar?
G.S. Tabii, herkes bu felaketleri aynı şekilde karşılamıyor. Üzerinde yaşadığımız dünyayı bir yuva olarak algılayan insanların bu krizi daha yoğun, daha derinden yaşadığını söylemek mümkün. Aynı şekilde, kaygı duymaya daha meyilli olan insanların ekolojik kaygıyı da daha derin yaşadıklarını biliyoruz. İklim krizinin mental sağlığımızı etkileyen boyutu göz ardı edilemeyecek kadar büyük. Hüzün, mutsuzluk, öfke, kafa karışıklığı hissetmek; melankolik olmak, büyük bir kaybı yaşıyormuş duygusuna girmek, çaresiz ve umutsuz hissetmek, kendi geleceğimiz ve gelecek nesiller için endişelenmek ekolojik kaygı içerisinde tanımlanabilir.
Belirsizlik kaygımızı artırıyor
Bazı kişilerde travma sonrası stres bozukluğu, depresyon, hafıza kaybı iklim krizi sonucu rastlanan durumlardan birkaçı. Stres seviyesinin sürekli yükselişte olması toplumsal bir soruna dönüşerek ilişkilerimizi de oldukça olumsuz etkiliyor. Toplum gitgide daha agresif bir yapıya sahip olurken şiddet unsuru daha çok öne çıkıyor. Hayatımız ve yaşadığımız alan üzerinde bir kontrole sahip olmadığımız düşüncesi belirsizlik hissini tetikliyor, belirsizlik de kaygımızı artırıyor. Bu kaygıyla geleceğe de olabilecek en olumsuz perspektiften bakıyoruz.
A.Ö. Özellikle son 8 gündür Türkiye’nin pek çok noktasında ve dünyada devam eden orman yangınlarını insanlar nasıl izliyor? Toplumda kaygılar arttı mı? Yoğun çabalar bir yana söndürülemeyen yangınlar karşısında insanların tutumu ne yönde sizce?
G.S. Yangınlar karşısında hissettiğimiz çaresizlik, yas ve kaygı gibi duygular biraz toplumsal olarak bir yanıt bulamamakla ilgili. Bu duyguları hisseden sadece biz miyiz? Bu ormanlar hepimizin değil miydi? Arkamızda yemyeşil dağlar, önümüzde deniz, kumsalların keyfini çıkarırken sen-ben ayrımı yapmıyorduk. Şimdi bütün bu kayıplar yaşanırken hepimizin birlikte organize hareket ettiği, devletin elindeki bütün imkanlarla desteklediği bir hareket bekliyoruz. Ama bu süreçte türlü sebeplerle bunu hissedemediğimiz zamanlar çok oldu. Bu da çaresizlik hissini artırıyor.
Bir sonraki sefer ne olacak korkusu
Adım adım ormanlar yanarken ve canlılar ölürken evimizde hiçbir şey yapamaz halde buna seyirci kalmak hem o anki durumun travmasını daha da şiddetli hale getiriyor hem de hepimize bir sonraki sefer ne olacak korkusunu yaşatıyor. Bu sebeple toplumsal kaygının arttığını dile getirebiliriz. Doğduğumuz, büyüdüğümüz, yaşadığımız yerler elimizden gidiyor. Çoğu zaman koca bir toplum içinde bir birey olarak yapabileceğimiz etkinin hiçbir şeyi değiştirmeyeceğini düşünebiliyor ve bu düşüncenin sonucunda bir nevi yas sürecine girebiliyoruz. Yani ekolojik kaygıyı da bırakın, ekolojik yas tutuyoruz.
Umudum kaygıyla birlikte farkındalığın da artması ama maalesef bunu her zaman gözlemleyemiyoruz. Aslında toplumca yaşadığımız bütün bu çaresizlik, umutsuzluk ve yas duygusuna en iyi gelecek olan şey en azından bir sonraki sefer için çok daha hazırlıklı olmak, yangınlar büyümeden müdahale etmek olacak olsa da yaşadıklarımızdan ders alma konusunda çok başarılı olmadığımızı da göz ardı edemiyorum.
Haberin devamına buradan ulaşabilirsiniz.