Fuat Keyman Perspektif Online için kaleme aldığı yazısında sivil topumu yeniden canlandırmak için önerilerini paylaşıyor.
Keyman’a göre demokrasi, haklar, özgürlükler, şiddete karşı olmak gibi kritik konularda sivil toplumun yeniden canlanması, sadece etkin politika üretimi için “kapasite” ve “meşruiyet” ilkelerinde başarı elde etmekle olmuyor, kritik önemdeki konularda “duruş” ve “tavrı” da içeriyor.

Fuat Keyman / Perspektif Online
Sivil toplum niye gerekli ve niye son dönemlerde etkisizleşti sorularına yanıtı maddeler halinde geçen yazıda sıraladıktan sonra sivil topumu yeniden canlandırmak için önerimi sunabilirim.
Yeniden canlandırma önerim, yeni bir sivil toplum anlayışının kurucu unsurları olan “tanım”, “aktörler”, “vizyon”, “duruş ve etki” ve “örgütlenme yapısı” olarak niteleyeceğimiz beş boyutu içermektedir.
Tanım
Sivil toplum, en genelde, devletin denetimi dışında, gönüllülüğe dayalı, birden fazla kişinin bir araya gelerek seçtikleri ya da belli konular üzerine birlikte çalışmak için yarattıkları örgütsel yapılardır. Bu anlamda, hem “örgütlü toplumsallık” hem de “aktif vatandaşlık” kavramlarına gönderimle nitelenir.
Tarihsel gelişimi içinde sivil toplumu, toplumsal yaşamı anlama ve çözümleme sürecinin önemli bir “analitik gönderim-noktası” olarak, demokratikleşme sürecinin harekete geçirildiği önemli bir “stratejik-politik alan” olarak, iyi toplum yönetiminin ve katılımcı demokrasinin “etkili olması beklenen bir aktörü” olarak ve çevresine, doğaya ve toplumsal yaşama katkı vermek isteyen “aktif vatandaşlık anlayışının örgütsel kimliği” olarak tanımlarız. Bu tanımın, bugün ve sivil toplumu yeniden düşünme sürecinde de kullanılabileceğini düşünüyorum. Bu önerimi sivil toplum üzerine yapılmış iki önemli çalışmaya referansla geliştireceğim.
Sivil toplum üzerine önemli ve etkili çalışmaları olan Michael Edwards ve Charles Taylor’ın tanımlamaları içinde sivil toplum, “devletin denetimi ve alanı dışında” olmak ve “gönüllülük” ilkesine dayanmak özellikleri yanında üç farklı yaklaşım temelinde tanımlanır.
Birinci ve minimalist yaklaşımda sivil toplumu, devlet denetimi dışında kalan ve gönüllülüğe dayanan örgütsel yaşam olarak tanımlayabiliriz. Bu tanım doğru olmakla birlikte hem sivil olmayan hem de ekonomik çıkarlara ya da piyasa çıkarlarına göre hareket eden ve gönüllülük üzerine örgütleri içerdiği için; şiddet karşıtı olmak, kamusal yarar, demokrasi, adil ve demokratik yönetişim vb. ilkeleri dışlamaktadır. Bu anlamda da sivil toplumun otoriter ve neoliberal hükümetler ve yönetimler tarafından kullanılmasına ve suistimal edilmesine engel olamamaktadır.
İkinci ve maksimalist yaklaşım, 1970 ve 80’li yıllarda Güney Avrupa ve Latin Amerika, 1990’lı yıllarda da Orta ve Doğu Avrupa deneyimlerinde gördüğümüz üzere; sivil toplumu, örgütsel yaşama önem vermeden, otoriter yönetimlere direniş ve demokrasiye geçiş için “stratejik-politik alan” olarak tanımlamaktır. Bu yaklaşımı, sivil toplum ile demokratikleşmeyi bağlantılı görmesi temelinde önemli görmemiz gerekliliğini vurgulayarak, örgütsel yaşamı ihmal etmesi nedeniyle sınırlı ve sorunlu olduğunu da kabul etmeliyiz.
Bu bağlamda, üçüncü bir yaklaşıma ya da sivil toplum tanımına gereksinim içindeyiz. Bu da sivil toplumu; (a) devlet denetimi dışında ve gönüllülük esasına dayanan, (b) insan hakları kadar tüm canlıların, doğanın, gezegenin ve dolayısıyla “yaşamın hakları” ya da “yaşamdaşlık hakları” için çalışan, (c) “yaşamın demokratik yönetişimi” için hem bilgi temelli politika üretimini hem de aktivizmi birlikte düşünen ve (d) bu nedenle de aktif vatandaşlık ve esnek örgütsel toplumsal yaşam ilkelerini benimseyen yapı olarak tanımlamayı içermektedir. Bu yaklaşım; sivil toplumu, “yaşamın demokratik yönetişimi için çalışan aktif vatandaşlığın örgütsel kimliği” olarak tanımlar ve bu tanımın, sivil toplumun yeniden canlandırılması sürecinde kullanılabileceğini söyleyebiliriz.
Aktörler: Aktif-erdemli vatandaşlık ve yeni yerellik
Bu tanımıyla sivil toplum, sadece bir fikir ve stratejik alan olarak değil, aynı zamanda örgütsel bir yapı ve hepsinin bileşimi bir “aktör” olarak düşünülebilir.
Bir aktör olarak sivil topluma, birbirleriyle bağlantılı ama analitik olarak ayırabileceğimiz; genel ilkesel düzeyde “aktif-erdemli vatandaşlık”, örgütsel yapı olarak da “yeni yerellik” anlayışı içinde yaklaşmamızın faydalı olacağını düşünüyorum.
Birincisi, “Aktif-Erdemli Vatandaşlık”: Sivil toplum; bu tanımı içinde sadece insan odaklı değil tüm canlıların, doğanın ve gezegenin yaşamsal haklarını, dilini ve aktif vatandaşlık anlayışını yaşama sokarak; küresel ısınmadan işsizliğe, eşitsizlikten kimliksel ötekileştirilmeye kadar uzanan alanlarda yaşadığımız sorunlar ve risklerle mücadele etmede, kimlik ve cemaat güvenine karşı toplumsal ve farklılıklar arası genel güvenin inşa edilmesinde, devlet-toplum/birey ilişkilerinde toplumsal uyumun artmasında ve siyasi ve duygusal kutuplaşmaya karşı mücadelede önemli rol oynayabilir.
Sivil toplumla işbirliğinin yüksek olduğu ülkelerde toplumun ve bireylerin kurallara ve normlara daha fazla uyduğunu, toplumsal uyumun güçlendiğini, kutuplaşmanın zayıfladığını görüyoruz. Bu iş birliği, bireylerin daha dayanışmacı ve daha ahlaki davranmasına ve “ahlaki benlik ve erdemli vatandaş” olarak hareket etmesine katkı verir. Toplumun daha dayanışmacı ve sorumlu hareket etmesi, toplum yönetiminin başarılı olması için önemli bir destek alanı oluşturur. Demokratik ve kapsayıcı yönetişim için mücadelede başarılı olmuş tüm örneklerde sivil toplum-ahlaki benlik-erdemli vatandaşlık denkleminin iyi işlediğini görüyoruz.
Salgın, küresel ısınma, eşitsizlik, şiddet, ötekileştirme ve savaşa karşı mücadele hususlarında hem Türkiye hem de dünyada yapılan çalışmalar ve tartışmalar gösteriyor ki; bireyin kendisi, öteki ve doğa ile ilişkilerinde de olumlu gelişmeler, “ahlaki” olma ve “etik” alanının önemini artırıyor. Zygmunt Bauman’ın Postmodern Etik[1] adlı çalışmasında ve Ian Almond’ın, İbni Arabi ve Derrida: Tasavvuf ve Yapısöküm[2] başlıklı ilginç ve önemli kitabında analiz ettiği “ahlak-benlik ilişkisi”nin ve insanı/özneyi “ahlaki benlik” olarak düşünmenin önemini bugün daha fazla anlıyoruz. İbni Arabi ve Jacqeus Derrida, çok farklı zaman dilimlerinde ve çok farklı coğrafyalarda, özne-benlik ve özne-doğa ilişkisinde “ahlaki benlik”in önemi üzerinde ortaklaşıyorlar.
Emmanuel Levinas’tan etkilenen Bauman, çevre yıkımlarından şiddete ve savaşa, ekonomik krizden yoksulluk ve yoksunluğa kadar uzanan alanda -ki COVID-19 pandemisini de bu listeye ekleyebiliriz- büyük yaşamsal risklere karşı mücadelede; bireylerin kendileri, diğer bireyler ve doğayla “ahlak temelinde kurdukları ilişki”nin başarısı için ve daha iyi bir dünya kurmak noktasında kritik önemde olduğunu belirtiyor. Bu ilişki, çevreye karşı sorumlulukla, ötekiyle diyalogla ve farklı olanı anlama çabasıyla tanımlanan ve bu anlamda “erdemli ve özünde etik” bir ilişkidir. Levinas’a göre etik, “ötekine karşı sorumluluk”, diğer bir deyişle, “bireyin kendisi ve benliğiyle ilişkisini öteki kategorisi yoluyla düşünmesi” ve benliğin kendisini “ötekinin ötekisi” olarak hissetmesi noktasında yer alır.
Ahlaki benlik, ötekine karşı sorumluluk aldığımız zaman ortaya çıkar. Yaşamın hakları için çalışmak, ötekileştirme ve şiddete karşı mücadele etmek, sağlıktan gıdaya temel ihtiyaçlar için politikalar üretmek vb. çalışmaların ve etkinliklerin her biri ve hepsi, ahlaki benlik ve ötekine karşı sorumluk duygusuyla başarılabilirler.
Yazının devamına buradan ulaşabilirsiniz.