Greta Thunberg‘in ay sonunda yayınlanacak İklim Kitabı’nda (The Climate Book) geçen ve The Guardian tarafından paylaşılan yazısı:
“Medya ve siyasi liderlerimiz sert ve acil adımlar atma fırsatına sahipken bunu yapmamayı tercih ediyorlar. Belki de bunun nedeni hala inkâr içinde olmalarıdır. Belki de umursamadıkları içindir. Belki de farkında olmadıkları içindir. Belki de sorunun kendisinden çok çözümden korktukları içindir.”

Greta Thunberg / Guardian
Belki de asıl sorun ismindedir. İklim değişikliği. Kulağa o kadar da kötü gelmiyor. “Değişim” kelimesi huzursuz dünyamızda oldukça hoş bir his uyandırıyor. Ne kadar mesut olursak olalım, gelişme olasılığı her zaman cazip gelir. Bir de “iklim” kısmı var. Yine kulağa kötü gelmiyor. Eğer küresel kuzeyin yüksek emisyonlu ülkelerinde yaşıyorsanız, “değişen iklim” fikri korkutucu ve tehlikeli olanın tam tersi olarak yorumlanabilir. Değişen bir dünya. Isınan bir gezegen. Sevmeyecek ne var?
Belki de pek çok insanın iklim değişikliğini hala yavaş, doğrusal ve hatta oldukça zararsız bir süreç olarak düşünmesinin nedeni kısmen budur. Ancak iklim sadece değişmekle kalmıyor. İstikrarsızlaşıyor. Parçalanıyor. Dünyadaki yaşamın devamlılığını sağlayan sistemlerin hayati bir parçası olan hassas bir dengeye sahip doğal örüntüler ve döngüler bozuluyor ve bunun sonuçları felaket olabilir. Çünkü kritik eşikler, geri dönüşü olmayan noktalar var. Ve bunları ne zaman aşabileceğimizi tam olarak bilmiyoruz. Ancak bildiğimiz bir şey var ki, o da bu noktalara çok yaklaştığımız, hatta gerçekten büyük olanlarına bile. Dönüşüm genellikle yavaş başlar, ancak daha sonra hızlanır.
Alman okyanus bilimci ve iklim bilimci Stefan Rahmstorf şöyle yazıyor: “Dünyada deniz seviyelerini 65 metre – yaklaşık 20 katlı bir binanın yüksekliği – yükseltmeye yetecek kadar buzumuz var ve son buzul çağının sonunda 5 derecelik bir ısınma sonrası deniz seviyeleri 120 metre yükseldi.” Bu rakamlar birlikte ele alındığında, karşı karşıya olduğumuz güçler hakkında bize bir perspektif sunuyor. Deniz seviyesindeki yükselme kısa bir süre içinde sadece santimetre meselesi olarak kalmayacak.
Grönland buz tabakası ve Batı Antarktika’daki “kıyamet günü buzulları” eriyor. Son raporlar, bu iki olay için kritiğin eşiklerin çoktan aşıldığını, diğeri ise bunların yakın olduğunu söylüyor. Bu, erime sürecinin artık durdurulamayacağı kadar çok yerleşik ısınmaya yol açmış olabileceğimiz ya da bu noktaya çok yakın olduğumuz anlamına geliyor. Her iki durumda da, süreci durdurmak için elimizden gelen her şeyi yapmalıyız çünkü o görünmez çizgi bir kez aşıldığında, geri dönüşü olmayabilir. Süreci yavaşlatabiliriz, ancak kartopu bir kez harekete geçtikten sonra büyüdükçe büyüyecektir.
“Yeni normal”, orman yangınları, kasırgalar, sıcak hava dalgaları, seller, fırtınalar, kuraklıklar vb gibi günlük hava koşullarımızdaki hızlı değişimler tartışılırken sıkça duyduğumuz bir ifade. Bu hava olaylarının sıklığı artmakla kalmıyor, giderek daha da aşırı bir hal alıyor. Hava durumu daha da şiddetlenirken, doğal afetler giderek daha az doğal görünüyor. Ancak bu “yeni normal” değil. Şu anda gördüğümüz şey, insan kaynaklı sera gazı emisyonlarının neden olduğu iklim değişikliğinin sadece başlangıcı. Şimdiye kadar Dünya’nın doğal sistemleri, meydana gelen dramatik dönüşümleri yumuşatarak bir amortisör görevi görüyordu. Ancak bizim için hayati önem taşıyan gezegensel dayanıklılık sonsuza kadar sürmeyecek ve kanıtlar, daha dramatik değişimlerin yaşanacağı yeni bir döneme girdiğimizi giderek daha net bir şekilde ortaya koyuyor.
İklim değişikliği beklenenden daha kısa sürede bir kriz haline geldi. Konuştuğum pek çok araştırmacı, bu kadar hızlı tırmanışına şahit olmanın kendilerini şoke ettiğini söyledi. Ancak bilim, tahminlerde bulunma konusunda çok temkinli olduğu için, belki de bu büyük bir sürpriz olmamalı. Öte yandan bunun bir diğer sonucu ise, son yıllarda işaretler belirginleşmeye başladığında çok az insanın gerçekten nasıl tepki vereceğini bilmesi. Ve bundan da az insan neler olup bittiğini nasıl anlatacağını planlamıştı. Görünüşe göre insanların büyük çoğunluğu farklı, daha az acil bir senaryoya, onlarca yıl sonra gerçekleşecek bir krize hazırlanıyordu. Ama buradayız. İklim ve ekolojik kriz uzak bir gelecekte yaşanmıyor. Tam burada ve şu anda yaşanıyor.
Eğer herkes İsveç’te yaşadığımız gibi yaşasaydı, yaşamımızı sürdürebilmek için 4.2 tane Dünya’nın kaynaklarına ihtiyacımız olurdu. Ve Paris anlaşmasında belirlenen iklim hedefleri çok uzak bir anı, çok çok uzun yıllar önce aşmış olacağımız bir eşik olurdu. Ancak 3 milyar insan, bir yılda kişi başına standart bir Amerikan buzdolabından daha az enerji kullanıyor ve bu şu anda küresel eşitlikten ve iklim adaletinden ne kadar uzakta olduğumuz hakkında bir fikir veriyor.
İklim krizi “bizim” yarattığımız bir şey değil. Stockholm, Berlin, Londra, Madrid, New York, Toronto, Los Angeles, Sydney ya da Auckland’da hakim olan dünya görüşü Mumbai, Ngerulmud, Manila, Nairobi, Lagos, Lima ya da Santiago’da o kadar yaygın değil. Dünyanın bu krizden en çok sorumlu olan bölgelerindeki insanlar, başka perspektiflerin de var olduğunu ve onları dinlemeye başlamaları gerektiğini fark etmeli. Çünkü iklim ve ekolojik kriz söz konusu olduğunda, diğer pek çok konuda olduğu gibi zengin ekonomilerde yaşayan pek çok insan hala dünyayı yönetiyormuş gibi davranıyor. Küresel kuzey, karbon bütçemizin geri kalanını, yani küresel ısınmayı 1,5 derecenin altında tutma şansımızı yüzde 67’ye çıkarmak için salınabilecek maksimum CO2 miktarını harcayarak, bugünün yanı sıra geleceği de çalıyor. Sadece kendi çocuklarından değil, her şeyden önce, dünyanın en çok etkilenen bölgelerinde yaşayan ve çoğu, diğerleri için çok doğal gelen en temel modern altyapıya bile sahip olmalayanlardan çalıyor. Ve bu son derece ahlaksız hırsızlık, sözde gelişmiş dünyanın söyleminde bile hala yer almıyor.
Dünyayı kurtarmak gönüllü bir iştir. Bu ifadeye ahlaki açıdan karşı çıkabilirsiniz, ancak gerçek şu ki, Dünya’da gelecekteki yaşam koşullarımızı korumak için gerekli adımları atmaya zorlayacak hiçbir yasa veya kısıtlama yoktur. Bu durum pek çok açıdan sorunludur; en önemlisi de, her ne kadar kabul etmekten nefret etsem de, Beyoncé’nin yanılıyor olması. Dünyayı yönetenler kızlar değil. Dünya, çoğunlukla beyaz, ayrıcalıklı, orta yaşlı, heteroseksüel cis erkekler tarafından temsil edilen politikacılar, şirketler ve finansal çıkarlar tarafından yönetiliyor. Ve bunların çoğunun bu iş için hiç de uygun olmadığı ortaya çıktı. Bu sürpriz değil. Ne de olsa bir şirketin amacı dünyayı kurtarmak değil, kâr etmektir. Ya da daha doğrusu, hissedarları ve piyasa çıkarlarını mutlu etmek için mümkün olduğunca çok kar etmektir.
Bu bizi siyasi liderlerimizle baş başa bırakıyor. İşleri yoluna koymak çin ellerinde büyük fırsatlar var, ancak dünyayı kurtarmanın onların da ana önceliği olmadığı ortada.
İklim ve ekolojik kriz meselesi kaçınılmaz olarak çok sayıda rahatsız edici soruyu da beraberinde getiriyor. Acı gerçekleri söyleyen kişi olma rolünü üstlenmek ve böylece popülaritesini riske atmak, açıkça görülüyor ki hiçbir politikacının tercihi değil. Bu nedenle, artık kesinlikle kaçamayacakları bir noktaya gelene kadar konudan uzak durmaya çalışıyorlar, sonra da iletişim taktiklerine başvurarak, aslında tam tersi olduğu halde, gerçek bir adım atıyormuş gibi yapıyorlar.
Sözde liderlerimizin saçmalıklarını dile getirmeye devam etmek bana hiçbir şekilde zevk vermiyor. İnsanların iyi olduğuna inanmak istiyorum. Ancak bu alaycı oyunların gerçekten sonu yok gibi görünüyor. Bir politikacı olarak hedefiniz gerçekten iklim krizi üzerinde harekete geçmekse, o zaman kesinlikle ilk adımınız, soruna tam bir genel bakış elde etmek için gerçek emisyonlarımız için doğru rakamları toplamak ve oradan gerçek çözümlere bakmaya başlamak değil midir? Bu aynı zamanda size ihtiyaç duyulan değişiklikler, bunların ölçeği ve ne kadar hızlı bir şekilde uygulamaya konulması gerektiği konusunda da kabaca bir fikir verecektir. Ancak bu hiçbir dünya lideri tarafından yapılmadı, hatta önerilmedi bile. Ya da bildiğim kadarıyla tek bir politikacı önerdi.
Gazeteci Alexandra Urisman Otto, İsveç’in iklim politikalarını nasıl araştırmaya başladığını ve gerçek sera gazı emisyonlarımızın sadece üçte birinin iklim hedeflerimize ve resmi ulusal istatistiklerimize dahil edildiğini nasıl bulduğunu anlatır. Otto’ta göre geri kalanı ya dışarıdan temin ediliyor ya da uluslararası iklim muhasebesi çerçevelerinin boşluklarında kayboluyor. Dolayısıyla benim “ilerici” ülkemde ne zaman iklim krizi tartışılsa, sorunun üçte ikisini rahatlıkla dışarıda bırakıyoruz. Washington Post’un Kasım 2021’de yaptığı bir araştırma, bu olgunun İsveç’e özgü olmaktan çok uzak olduğunu gösterdi. Rakamlar vakadan vakaya değişse de, bu süreç ve sürekli olarak olayları halının altına süpürmeye ve başkalarını suçlamaya çalışan genel zihniyet uluslararası bir norm.
Dolayısıyla politikacılarımız iklim krizini çözmemiz gerektiğini söylediklerinde, hepimiz onlara hangi iklim krizinden bahsettiklerini sormalıyız. Tüm emisyonlarımızı içeren kriz mi yoksa bunların sadece bir kısmını içeren kriz mi? Politikacılar bir adım daha ileri gidip iklim hareketini sorunlarımıza hiçbir çözüm sunmamakla suçladıklarında, onlara hangi sorunlardan bahsettiklerini sormalıyız. Tüm emisyonlarımızın neden olduğu sorun mu yoksa sadece dış kaynak kullanmayı ya da istatistiklerde gizlemeyi başaramadıklarının neden olduğu sorun mu? Çünkü bunlar tamamen farklı konular.
Bu acil durumla yüzleşmeye başlamamız için pek çok şey gerekli ama en çok da dürüstlük, doğruluk ve cesaret. Uluslararası hedeflerimize uygun hareket etmeye başlamak için ne kadar uzun süre beklersek, bu hedeflere ulaşmak o kadar zorlaşacak ve maliyetli hale gelecek. Bugünün ve dünün eylemsizliği, önümüzdeki dönemde telafi edilmeli.
İnsan kontrolünün çok ötesinde geri dönüşü olmayan zincirleme reaksiyonları başlatmaktan kaçınmak için küçük bir şansımız bile olsa, acil ve geniş kapsamlı emisyon kesintilerine ihtiyacımız var. Küvetiniz taşmak üzereyken kova aramaya ya da zemini havlularla kaplamaya başlamazsınız, mümkün olan en kısa sürede musluğu kapatırsınız. Suyu açık bırakmak, sorunu görmezden gelmek ya da inkar etmek, çözmek için bir şeyler yapmayı ertelemek ve sonuçlarını küçümsemek anlamına gelir.
Politikacılarımızın harekete geçmek için başkalarını beklemelerine gerek yok. Konferanslara, akitlere, uluslararası anlaşmalara ya da dışsal yaptırımlara ihtiyaçları yok. Hemen başlayabilirler. Ayrıca, toplumlarımızı temelden değiştirmemiz gerektiği konusunda seslerini yükseltmek ve net bir mesaj vermek için sonsuz fırsatlara çok uzun zamandır sahipler. Yine de, çok az istisna dışında, aktif olarak bunu yapmamayı tercih ediyorlar. Bu ahlaki bir karar ve gelecekte sadece onlara pahalıya mal olmakla kalmayacak, tüm gezegeni riske atacak.
Birleşmiş Milletler’in emisyon uçurumu raporuna göre, 2030 yılına kadar dünyanın planlanan fosil yakıt üretimi, 1.5 C hedefine uymak için gerekli olacak miktarın iki katından fazla olacak. Bu, bilimin bize bir sistem değişikliği olmadan hedeflerimize ulaşamayacağımızı söyleme şeklidir, çünkü hedeflerimize ulaşmamız kelimenin tam anlamıyla sözleşmeleri, geçerli anlaşmaları ve hayal bile edilemeyecek ölçekteki anlaşmaları yırtmamızı gerektirecektir. Elbette bunun günlük haber akışımızın her saatine, her siyasi tartışmaya, her iş toplantısına ve günlük yaşamımızın her santimetresine hakim olması gerekir. Ancak olan şey bu değil.
Medya ve siyasi liderlerimiz sert ve acil adımlar atma fırsatına sahipken bunu yapmamayı tercih ediyorlar. Belki de bunun nedeni hala inkâr içinde olmalarıdır. Belki de umursamadıkları içindir. Belki de farkında olmadıkları içindir. Belki de sorunun kendisinden çok çözümden korktukları içindir. Belki de toplumsal huzursuzluğa neden olmaktan korktukları içindir. Belki de popülaritelerini kaybetmekten korktukları içindir. Belki de inandıkları bir sistemi – hayatlarını savunarak geçirdikleri bir sistemi – kökünden söküp atmak için siyasete ya da gazeteciliğe girişmemişlerdir. Ya da belki de eylemsizliklerinin nedeni tüm bunların bir toplamıdır.
Bugünün ekonomik sistemi içinde sürdürülebilir bir şekilde yaşayamayız. Yine de bize sürekli olarak yapabileceğimiz söylenen şey bu. Sürdürülebilir arabalar satın alabilir, sürdürülebilir petrolle çalışan sürdürülebilir otoyollarda seyahat edebiliriz. Sürdürülebilir et yiyebilir ve sürdürülebilir plastik şişelerden sürdürülebilir alkolsüz içecekler içebiliriz. Sürdürülebilir hızlı moda satın alabilir ve sürdürülebilir yakıtlar kullanan sürdürülebilir uçaklarla uçabiliriz. Ve elbette, en ufak bir çaba sarf etmeden kısa ve uzun vadeli sürdürülebilir iklim hedeflerimize de ulaşacağız.
“Nasıl?” diye sorabilirsiniz. Henüz bu krizi tek başına çözebilecek herhangi bir teknik çözümümüz yokken ve mevcut ekonomik bakış açımıza göre bir şeylerden vazgeçme seçeneği kabul görmezken bu nasıl mümkün olabilir? Ne yapmamız gerekiyor? Cevap her zamanki gibi aynı: Hile yapacağız. Berlin’deki ilk taraflar konferansı olan 1995 Cop1’den bu yana iklim çerçevelerimizde yarattığımız tüm boşluklar ve tüm yaratıcı ölçüm metotlarından faydalanacağız. Fabrikalarımızla birlikte emisyonlarımızı da dışarıdan temin edeceğiz, manipüle edeceğiz ve emisyon azaltımlarımızı işimize geldiği zaman saymaya başlayacağız. Ağaçları, ormanları ve biyokütleyi yakacağız, çünkü bunlar resmi istatistikler dışındadır. Onlarca yıllık emisyonu fosil gaz altyapısına hapsedeceğiz ve buna yeşil doğal gaz diyeceğiz. Sonra da geri kalanını muğlak ağaçlandırma projeleriyle – hastalık ya da yangın nedeniyle kaybedilebilecek ağaçlarla – dengeleyeceğiz ve aynı anda yaşlı ormanlarımızın sonuncusunu daha da hızlı bir şekilde keseceğiz.
Beni yanlış anlamayın. Doğru toprağa doğru ağaçları dikmek harika bir şey. Sonuçta ağaçlar atmosferdeki karbondioksiti tutuyor. Bunu toprak için uygun olan ve orada yaşayan ve o toprakla ilgilenen insanlar için uygun olan her yerde yapmalıyız. Ancak ağaçlandırma, dengeleme veya iklim telafisi ile karıştırılmamalı, çünkü bu tamamen farklı bir şey. Gördüğünüz gibi asıl sorun, “telafi etmemiz” gereken en az 40 yıllık karbondioksit emisyonuna zaten sahip olmamız. Hepsi orada, atmosferde ve muhtemelen önümüzdeki yüzyıllar boyunca da orada kalacak. Ağaç dikme gibi çeşitli projelerde CO2’yi atmosferden uzaklaştırmak için mevcut ve sınırlı yolları denerken odaklanmamız gereken şey bu geçmişte biriktirdiğimiz CO2’dir. Ancak bizim tasarladığımız şekliyle dengeleme çalışmaları bunu yapmak için tasarlanmadı. Hiçbir zaman pisliğimizi temizlememiz için değildi. Çoğu zaman CO2 salınımına devam etmemiz, işlerimizi her zamanki gibi sürdürmemiz ve bu arada bir çözüme sahip olduğumuz, dolayısıyla da değişmek zorunda olmadığımız yönünde bir algı yaratmak için bir bahane olarak kullanıldı.
Kelimeler önemli ve aleyhimize kullanılıyor. Bunlar yalan. Geç kalmaya neden olacak tehlikeli yalanlar. BM tarafından yapılan tahminler, CO2 emisyonlarımızın 2030 yılına kadar %16 daha artmasının beklendiği sonucuna varıyor. Dünyanın pek çok yerinde giderek artan iklim felaketlerini önlemek için sahip olduğumuz zaman hızla tükeniyor.
Şu anda, yüzyılın sonuna kadar 3,2 derece daha sıcak bir dünyaya sahip olma yolunda ilerliyoruz. Üstelik bu bile, ülkeler, sahip oldukları tüm politikaları, -genellikle kusurlu ve eksik bildirilen rakamlara dayanan- politikaları yerine getirirse mümkün. Ancak çoğu durumda bunu bile yapmaya yakın değiller. BM Genel Sekreteri António Guterres’in 2021 sonbaharında söylediği gibi, “iklim eylem hedeflerimize ulaşmaktan ışık yılı kadar uzaktayız.” Ayrıca buna, bağlayıcı olmayan taahhüt ve vaatleri yerine getirme konusundaki başarısızlıklarla dolu sicilimiz de eklenince, çok etkileyici ya da ikna edici olmadığını söyleyelim.
Tüm iklim eylem planlarımızı hayata geçirsek bile, yine de başımız belada olacak. 2050’ye kadar net sıfır hedefi çok az, çok geç. Kaderimizi gelişmemiş teknolojilerin eline bırakamayacağımız kadar çok şey tehlikede. Gerçek sıfıra ihtiyacımız var. Ve dürüstlüğe. En azından liderlerimizin hedeflerimize, istatistiklerimize ve politikalarımıza tüm emisyonlarımızı dahil etmeye başlamalarına ihtiyacımız var. Bunu yapmadan önce gelecek hedeflerinden bahsetmek dikkat dağıtıcı bir zaman kaybından başka bir şey değil. Mükemmelin iyinin düşmanı olmasına izin vermememiz gerektiğini söylerler. Ancak “iyi” bizi güvende tutmadığı gibi ihtiyaç duyulandan o kadar uzak ki ancak komedi malzemesi olarak tanımlanabilir. Kara komedi.
Uzlaşabilmemiz gerektiğini söylüyorlar. Sanki Paris anlaşması zaten dünyanın en büyük uzlaşması değilmiş gibi. En çok etkilenen insanlar ve bölgeler için hayal edilemeyecek büyüklükte felaketleri şimdiden kabul etmiş bir uzlaşma. Ben diyorum ki: “Artık yeter.” Ben diyorum ki: “Geri adım atmayın.” Sözde liderlerimiz hala fizik kurallarıyla pazarlık yapabileceklerini ve doğa kanunlarıyla müzakere edebileceklerini düşünüyorlar. Çiçeklerle ve ormanlarla ABD doları ve kısa vadeli ekonomi dilinde konuşuyorlar. Vahşi hayvanları etkilemek için üç aylık gelir raporlarını havaya kaldırıyorlar. Aptallar gibi okyanusun dalgalarına borsa analizi okuyorlar.
Bir uçuruma doğru sürükleniyoruz. Ve henüz “yeşile boyanmamış” olan bizlere, aklımızı başımıza almamızı şiddetle tavsiye ediyorum. Bizi uçurumun kenarına bir santim daha yaklaştırmalarına izin vermeyin. Bir santim bile. Tam burada, şu anda, çizgiyi çekmemiz gereken yerdeyiz.
İngilizceden Çeviren: SES Eşitlik, Adalet, Kadın Platformu