“Toplum sinirli. Haklı da. İşte o sinirleri, öfkemizi, tıpkı mücadele eden kadınların yaptığı gibi, tüm direnenlerin yaptığı gibi yaparsak, aklımızı, gücümüzü, elimizden ne gelirse onu birleştirerek hep birlikte mücadele edersek, kurtuluruz. Diri diri yakılan biz kadınlarız. Buna rağmen dişlerimizi sıkarak da olsa, öfkemizi olması gereken yere çevirerek mücadele ediyoruz. Bize bu yüzden de “demir çeneli melekler” denilmiş…”

Gülsüm Kav / Yarın Gazetesi
Geçtiğimiz günlerde Birleşmiş Milletler, Türkiye’nin talebi üzerine, ülkemizin yabancı dildeki adını “Turkey” yerine “Türkiye” olarak değiştirdi.
Ama hayatımız değişmedi. Her gün zam, kadın cinayeti, adaletsiz yargı kararları, özgürlüklere müdahale ve her türlü hak ihlali haberine uyanıyoruz. Ve sonuç: Gallup’un son araştırmasına göre dünyanın en sinirli ikinci ülkesiyiz. Bu araştırma şirketinin daha önceki verilerine göre de çalışanların stres yükü ve genel mutsuzluk oranları ortaya konmuştu; o zaman da şimdi de Lübnan ile yarışıyor, Afganistan’ı bile geride bırakıyoruz. Ancak işin vahim tarafı sadece sonuçlar değil, bu sonuca toplumun verdiği tepkiler: Halk TV tarafından yapılan bir sokak röportajında, mikrofon uzatılanların çoğu “aslında birinci olmalıydık” diyor ve sözlerini sağlam biçimde gerekçelendiriyor. Toplumun yaşadığımız hayatı, ekonomik krizden sağlık sistemine, kadın cinayetlerinden demokrasiye tüm yönleriyle ortaya koymasına ve yanıtını gerekçelendirmesine saygı duymamak elde değil. (https://www.youtube.com/watch?v=mdXKqR6ROqQ)
Çünkü gerekçelendirme önemlidir. Ve biz Türkiye’de şu anda ona hasretiz. Bir düşünceyi, iddiayı, inancı gerçek dünya, somut bir olgu ile ilişkilendirme olarak tanımlayabileceğimiz bu fiil bizde ortadan kalkmış durumda. Bu duruma ülkenin yönetiminden, uluslararası ilişkilere, yargı kararlarından günlük hayata müdahalelere, her alanda, her katmanda, her tarafta keyfilik hakim iken verilecek örnekler sayısız… Ama adıyla sanıyla “gerekçeli karar” olandan başlamak isterim; Pınar Gültekin davasında mahkemenin açıkladığı gerekçeli kararı hep birlikte inceleyelim:
“Sanığın maktule yönelik yakma fiilini gerçekleştirmedeki amacının eziyet çektirmeye yönelik olmayıp maktulün cesedini yok ederek yakalanmaktan kurtulma ve suç delillerini yok etmeye yönelik olduğu gözetildiğinde mahkeme sonuç cezaya etkisi olmamakla birlikte koşulları oluşmadığından söz konusu unsurun somut olayda gerçekleşmediğini kabul etmiştir”.
Bu ifadelerde bir kadını diri diri yakmanın eziyet sayılmamasına ikna edici bir gerekçe var mıdır? Yakalanmaktan kurtulma amacıyla delillerin yok edilmesinin cezayı ağırlaştırması gerekirken indirim sebebi olmasına ne demeliyiz?
“Haksız tahrik” denilen ama hep erkekler yararına işleyen indirimin verilme sebebi olan ve hiçbir kanıta dayanmayan Pınar hakkındaki iftiralara ne demeli? Öte yandan nasıl oluyor da, bazı bulunamayan kayıtlar kadın davalarında sanık lehine indirim sebebi oluyorken, örneğin Gezi davası ve bilumum davada aynı metot; yani “olmayan kayıtlar” ağırlaştırma sebebi oluyor?
Bunların tek bir anlamı var: adaleti diri diri yakıyorlar gözlerimizin önünde.
Pınar’a yapılanı, tüm topluma yapmayı deniyorlar.
Hani sanık Cemal Metin Avcı mahkeme heyetine “içiniz rahat olsun” diyordu ya, işte öyle heyetin içi rahat. Yargıda heyetlerin hep içleri rahat. İstanbul Sözleşmesi’nden imza geri çekilmiş ya, her şey serbest artık her şey. Kadınlara, kız çocuklarına, LGBTQ+’lara her şeyi yapabiliriz sanıyorlar.
Benzer biçimde “gerekçeye bile gerek yok” halini İstanbul Sözleşmesi’nin hukuka aykırılığını görüşen Danıştay davalarında bile denediler. Danıştay duruşmalarında ve son duruşmada da, davalı taraf tıpkı Pınar davasındaki mahkeme heyeti gibiydi. Amaç maddesi “insan hakları” ile başlayan İstanbul Sözleşmesi’nin haklarla ilişkisi olmadığını bile iddia ettiler. TBMM’nin karar almasına gerek olmadığını, Cumhurbaşkanı’nın da yargı yoluyla denetlenemeyeceğini iddia ettiler ve bunu gerekçelendirmeye çalışırken “doktrin” sözcüğünü kullandılar. O doktrinin hangi hukukta yer aldığını ise açıklama gereği duymadılar. Dolayısıyla hakkında ancak tahmin yürütebiliyoruz ve bu denli demokrasiden uzak olması onun modern hukuktan önceki zamanlara ait olduğunu düşündürüyor. Şimdi böyle şaka ile karışık yazıyorum ama yüksek yargıyı temsil eden Danıştay ortamında, davalı tarafın konuşmasının boş içeriği bir yana, bu ciddiyetten uzak tavır gerçekte “yazıklar olsun” dedirtiyor. Üstelik İstanbul Sözleşmesi’ni savunmak için mücadele eden kadınlar çok ciddi ve özenli bir emekle var oluyor ve günlerce, saatlerce her konuşan bir başka yönden argüman, bir başka diyardan somut olgu anlatırken yanıtın bu olması insana “yazık” dedirtiyor. Evet, Danıştay duruşmalarında kadınların anlattıkları toplamda kaç saat oldu bilmiyorum ama bıraksanız daha saatlerce de konuşurdu kadınlar.
Sanki yılların biriktirdiğini ilk kez ve hiç bilmeyene anlatır gibi, bütün canlılığı ve bütün zenginliği ile anlatır iken “…arzuhal eylesem deftere sığmaz” gibiydi…
Bu tarihi duruşmalar, bugün Türkiye’de gerekçelendirmeye; akla, izana; tutarlılığa gerek görmeyenlerin çağında, onlara inat bir abide gibi yükseliyor
Yazının devamına buradan ulaşabilirsiniz.