Dr. Esra Dicle, 5 Harfliler için kaleme aldığı yazısında, The Worst Person in the World filminin, iddia edilenin aksine, bir kadının kendini gerçekleştirme, özgürleşme deneyiminden oldukça uzağa düştüğünü söylüyor.

Esra Dicle / 5 Harfliler
Joachim Trier’in Reprise ve Oslo, 31 August’tan sonra Oslo üçlemesinin son filmi olarak çektiği ve senaryosunu Eskil Vogt ile birlikte yazdığı The Worst Person in the World [Dünyanın En Kötü İnsanı], dünya prömiyerini 74. Cannes Film Festivalinde yaptı ve Renate Reinsve’e En İyi Kadın Oyuncu ödülü kazandırdı. 94. Oscar’larda Norveç’in En İyi Uluslararası Film dalındaki adayı olan ve En İyi Özgün Senaryo dalında da adaylığı bulunan film, seyirciyle buluştuğundan beri 20’lerinden 30’larına geçiş sürecini yaşayan bir kadının kimlik ve mutluluk arayışına odaklanması dolayısıyla pek çok farklı değerlendirmeye imkân verdi. Film, bu değerlendirmelerde ağırlıklı olarak, modern toplumda kendini gerçekleştirme sürecini, ontolojik sorgulamaları ve anlam arayışını bir kadının deneyimini merkeze alarak anlatması açısından önemli bulunuyor.
Ben tam da bu yüzden filmin, Julia’nın deneyimini nasıl kavradığı ve yansıttığı üzerinde biraz durmanın iyi olabileceğini düşünüyorum. Çünkü her ne kadar Renate Reinsve’nin çabasız, doğal, dengeli oyunculuğu; sokakları, kafeleri, pencereleri, gün doğumu ve batımının sunduğu renkleriyle bütün bir Oslo şehri; filmin ritmini düzenleyen etkileyici müzikleri; ve elbette bilge, üst-insan Aksel’in varlığı, Julia’nın hikâyesinin şeffaflaşmasını, anlaşılır kılınmasını kolaylaştırsa da film, yine de söylenenlerin aksine bir kadının kendini gerçekleştirme, özgürleşme deneyiminden oldukça uzağa düşmüş gibi görünüyor. Neden böyle düşündüğümü, önce filmin bu yanılsamayı nasıl kurduğuna, ardından nasıl ortadan kaldırdığına değinerek açıklamaya çalışacağım şimdi.
Film, 20’li yaşlarının son demlerini yaşayan Julia’nın mutluluk ve kimlik arayışını, kendini gerçekleştirme deneyimini bir nevi büyüme hikâyesi olarak kurgulayıp, onun yerleşik-toplumsal beklentilerin, üzeri örtülmüş ailevi meselelerin ve istikrarsız aşk ilişkilerinin etkisiyle dalgalanan, yer yer kendisinin dahi yabancılaştığı iç dünyasına yakından bakarak aktarır. Bu iç dünyadan yansıyan, en yalın hâliyle ifade edilecek olursa, filmde de söylendiği gibi kendini “kendi hayatının seyircisi” gibi hisseden bir kadının varoluşsal sancılarını aşma deneyimidir. Bu deneyim, Julia’nın kendi başına keşfetmesi gereken bir deneyimdir, çünkü Julia’nın annesinin evinde otuzuncu doğum gününü kutladığı bölümde de gördüğümüz gibi, Julia’nın ailesinden ona kendini gerçekleştirme sürecinde rehberlik edecek bir “deneyim aktarımı” söz konusu değildir. Büyük büyük büyük anneanneden bugüne birikip gelen ve her yeni kuşağa benzer şekilde devredilen deneyim, sadece eş ve anne rolüyle biçimlenmiştir. Oysa Julia, toplumun kutsallarına yakın durmayı en azından peşinen kabul etmeyen, bu nedenle kendi deneyimini oluşturmak zorunda olan biridir. Dolayısıyla Julia’nın kendi dilini bulma, bedenini tanıma, güdülerini, isteklerini anlama süreci modern toplumda aynı süreçleri ve sancıları yaşayan kadınlar için bir deneyim hafızası ve paylaşımı oluşturmak açısından oldukça önemli. Zaten filmi izleyen pek çok kadın izleyicinin filmin başarısından söz ederken Julia karakterinde “kendilerini bulduklarından” bahsetmesi ve bir duygu-deneyim ortaklığına işaret etmesi de böyle bir ihtiyacın varlığını gösteriyor.
Prolog, epilog ve 12 epizottan oluşan film Julia’yı yaklaşık dört yıllık bir dönem içinde çerçeveliyor. Film boyunca Julia’nın emeğiyle, mantığıyla ve güdüleriyle kurduğu değişken ilişki onun hiçbir zaman “sonuna kadar götüremediği heveslerinin”, kuramadığı-sürdüremediği bağların dinamiğini belirler. Filmin prolog bölümünde, ilgi duyduğu mesleklerin, sevgililerin ve kendi bedeniyle ilişkisinin sürekli farklılaştığını gördüğümüz 20’lerindeki Julia, her seferinde “artık ne istediğimi biliyorum” diyerek bağlandığı hiçbir şeyle sürekli bir ilişki kuramaz. Yüksek ritimli bir anlatı hızı, ironik bir kadın-anlatıcı sesi ve kullanılan uyumsuz müziklerle komik efekt yaratılarak yansıtılan bu arayış süreci, seyirciye anlayışlı hatta hoşgörülü bir tonda sunulur. Hiçbiri derinleştirilmeyen bu deneyimler, “gençlikte” yaşandığı için biraz hedonist ama doğal ve kabul edilebilir eylemlerdir ve bu nedenle üzerinde uzun uzadıya durulmaz.
Anlatı temposu Julia’nın, 40’lı yaşlarında, karikatürist, olgun, sağduyulu, anlayışlı, güvenilir, Julia ile bir aile kurup çocuk sahibi olmak isteyen Aksel ile ilişkisine geçildiğinde yavaşlar ve filmin dramatik kurgusu belirginleşmeye başlar. Julia’nın, Aksel’in evine taşınması ve sosyal çevresine dâhil olması, onun hem Aksel’in hem de -zaten Aksel’in de bir uzantısı olduğu- toplumun beklentileriyle yüzleşmesine neden olur. 30’larına gelmiş bir kadının evlenmeyi, çocuk sahibi olmayı “ertelemesi” (bunların hiç istenmiyor olmasına ihtimal dahi vermez Aksel’in entelektüel arkadaş çevresindeki kadınlar, hatta Julia’nın kendisi bile) çevre tarafından ancak “kariyer yapıyor olma” koşuluyla hoş görülebilir. Aksel de bir yandan Julia’nın ne kadar iyi bir anne olacağını ona telkin etmeye çalışırken diğer yandan Julia’dan “neden şimdi” (yani Aksel’in istediği zamanda) çocuk istemediğini çürütülemez gerekçelerle açıklamasını bekler. Tüm bu bildik, bireysel ve toplumsal pasif-agresif kuşatma altında Julia kendi sezgilerine tutunduğunda; sanat kültürünün sadece erkeklerin cinsel sorunlarına yer açıp kadınların cinsel hayatlarını yok saydığını dile getirdiğinde; partide tanıştığı bir “anneyi”, “bir doktor olarak” anneliğin patolojik yanıyla yüzleştirdiğinde; Aksel’den ayrılırken duygularını analiz etmek değil deneyimlemek istediğini söylediğinde; kısacası akılcı, eril, despotik, normatif topluma tüm karşı çıkışlarında “gönlü hoş eden” bir tavır buluruz. Julia’nın Aksel’in sosyal çevresi içindeki yalnızlığı, tam nedenini tanımlayamadığı huzursuzluğu ve yabancılığı, “seni seviyorum ama sevmiyorum da” hâli, ayrılma kararını alış süreci sergilendiğinde Julia’ya yaklaşırız. Mesela Aksel’in arkadaşlarıyla kurduğu “Freud masasında” yüzü karanlıkta bırakılan tek karakter Julia’dır. Aksel’in yeni kitabı için verilen kokteylden erken ayrıldığında şehrin sokaklarında yaptığı uzun yürüyüşte, gün batımını izlerken birden gözlerinin dolmasında, nedenini tanımlayamadığı bu duygudan kurtulma çabasında, Julia’nın yaşadığı hayatın, bir parçası olduğu ilişkinin içindeki sezgisel mutsuzluğunu anlarız.
Yazının tamamına buradan ulaşabilirsiniz.