İran’da kadın hakları ve etnik azınlıklar konusunda uzun yıllar çalışmalar yapan ve siyasi nedenlerle 1986’dan beri Kanada’da yaşayan Prof. Shahrzad Mojab, “Jin, jiyan, azadi” protestolarının etkisini ve geleceğini anlatıyor.

İran’da 2022’de ahlak polisi tarafından gözaltına alınan Mahsa Amini’nin öldürülmesi üzerine ülke geneline yayılan protesto gösterileri uzun soluklu bir kadın direnişine dönüştü. Rejim ise bu direnişe karşı hamle olarak her geçen gün uyguladığı şiddet, baskı ve yaptırımı artırıyor.
Toronto Üniversitesi’nde kadın ve toplumsal cinsiyet alanında çalışmalar yapan öğretim üyesi ve aktivist Prof. Shahrzad Mojab, “Jîn, jîyan, azadî” sloganıyla yükselen protestolar ışığında İran’da kadın hareketinin geçmişi ve geleceğine ilişkin konuştu.
İran’da kadın hakları ve etnik azınlıklar konusunda uzun yıllar çalışmalar yapan ve siyasi nedenlerle 1986’dan beri Kanada’da yaşayan Mojab, Agos’un sorularını yanıtladı.
Cinayetin ardından başlayan protestolar İran’ı ve İran toplumunu nasıl etkiledi?
Jîna’nın isyanı gerçekten dikkate değer bir isyan. İran’ın ve genel olarak Ortadoğu ve Kuzey Afrika’nın 100 yıllık kadın mücadeleleri tarihinde, ‘zorunlu hicab’a karşı bu kadar yaygın bir başkaldırı daha yok. Bu başkaldırı, kuşkusuz, İran’ın siyasi manzarasını değiştirdi; tarihsel bir dönüm noktası oldu.
İsyanı tetikleyen, ataerkil teokratik yönetime karşı çıkış olsa da, ulusal ve cinsel azınlıkların haklarının ihlal edilmesi, sınıfsal farklılıklar, yoksulluk, işsizlik, çevre sorunları, düşünce ve ifade özgürlüğünün bastırılması gibi birçok başka toplumsal meseleyi de su yüzüne çıkardı. Ayaklanmanın dalga dalga yayılması, İslam devletinin otoriter-kapitalist-toekratik niteliğini ve her tür toplumsal baskının sömürüyle bağlantılı olduğunu ortaya koyuyor. Bu baskıcı sistemler toplumun dokusuna derinden nüfuz etmiş durumda; devlet de bu ilişkileri dinî zeminde, İslam hukuku çerçevesinde meşrulaştırıyor.
Ancak bu ayaklanma, teokrasinin meşruiyetini aşındırdı. Dünyanın her yerinden insanlar, özgürlük, demokrasi ve eşitlik mücadelesi veren İran halkıyla dayanışma gösterdi. Başörtüsünün yakılması, tarihsel sonuçları da olabilecek, derin bir entelektüel ve kültürel dönüşüm yarattı. 15-25 yaş arası gençler, şaşırtıcı bir enerji ve kararlılıkla direnişi yükselttiler.
Bu isyan, bir başka meseleye de ışık tutuyor. Rejim içindeki önemli bir kesim (reformcular), 30 yıldır, insan hakları ve diğer konularda devrim olmadan da ilerlemeler sağlanabileceği gibi bir yanılsamayı yaygınlaştırarak, halkı devrimden vazgeçirmeye çalışıyor. Ancak bu yanılsama tuzla buz oldu ve bir toplumsal grup olarak kadınların, devrimci güçlerinin ayrılmaz bir parçası olduğu ayan beyan ortaya çıktı (ki bu, ta 44 yıl önce anlaşılmış olmalıydı). Kadın bedenini ve cinselliğini kontrol altında tutmak, muktedir kapitalist güçlerin, kapitalizm içinde toplumsal uyumu sağlamak için kullandıkları bir ideolojik araç.
Bugünkü isyanı, 40 yıl önce katıldığınız kadın hakları mücadelesinin devamı olarak nitelendiriyorsunuz. Bu mücadele 40 yıl içinde nasıl gelişti? Yakın geleceği nasıl görüyorsunuz?
1978’de Ayetullah Humeyni’nin örtünme zorunluluğunu ilan etmesinin ardından İslami rejime karşı muhalefetin ön saflarında kadınlar yer almıştı. Birçok siyasi fraksiyon ve tanınmış aydın, kadın haklarının bastırılmasının ne kadar büyük bir mesele olduğunu göremedi ve tehlike işaretlerini önemsemedi. Hatta bazıları, kadın göstericilere Devrim açısından “daha acil” buldukları meselelere odaklanmalarını tavsiye etti. Başlı başına ciddi bir baskı olan, kadınların ne giyeceklerine karar verme özgürlüğünden mahrum bırakılmasının, bir tercih hakkının gasp edilmesinin çok ötesine uzanan sonuçları olacağını gözden kaçırıyorlardı. Devletin, kadın bedenini ve cinselliğini kontrol altında tutma, onları boyun eğmeye ve devletin tanımladığı hâkim kadınlık/annelik kavramını kabul etmeye zorlama, onların sosyal aktivizmine kısıtlamalar getirme, bedenlerini ‘Müslüman milleti’nin üreme makinelerine indirgeme yönündeki çabasını göremediler.
Devrimden sonra, İslam Devleti, kadınların hayatının her alanında –benim “cinsiyet apartheid’ı” dediğim– cinsiyet ayrımcılığı politikasını uygulamaya soktu. Bazı kadınların belirli konularda yükseköğretim görmesi yasaklandı; meslek sahibi birçok kadın, öğretmenler, devlet memurları zorunlu örtünme yasasına uymaya, erken emekli olmaya ya da istifa etmeye mecbur bırakıldı.
Fakat kısıtlamaların ve devlet şiddetinin tırmanması, kadınlar arasında daha da kararlı bir direnişi ateşledi. Üniversiteye giden, çeviri yapan, feminist makaleler, kitaplar, dergiler yayımlayan, roman yazan kadınların sayısı yükseldi. Aile yasasında reform talep eden, taşlayarak öldürme gibi uygulamalara ve idamlara karşı çıkan, siyasi mahpusları ve ifade özgürlüğünü savunan, kadınların bisiklete binmesine ve stadyumlara girmesine ilişkin yasakları protesto eden çeşitli kadın grupları kuruldu.
Ancak kadın aktivistlere yönelik kesintisiz ve amansız baskılar, yasal koruma ve sosyal yardım mekanizmalarını ortadan kaldıran neoliberal ekonomi politikalarıyla birlikte, İran’da kadın hakları hareketini korunmasız bıraktı. Söz konusu koşullar, kadınları daha da yoksullaştırarak ve daha da güvencesiz bırakarak, kadınlar arasında fuhuş, evsizlik ve uyuşturucu bağımlılığı oranının yükselmesine neden oldu. Sesini yükseltmenin, yazmanın ve kadın haklarını savunmanın beraberinde getirdiği hapse atılma, işkence görme ve idam edilme risklerine rağmen, kadınlar, teokratik devletin yıllardır dayattığı dinî ve kültürel kısıtlamalara karşı barışçıl, yaratıcı ve cesur direnişlerini sürdürdüler.
Jîna’nın isyanı, “Kadın, yaşam, özgürlük” sloganında ifade bulan, 44 yıllık kadın direnişinin bir sonucu ve doruk noktası oldu. Bu isyan, genç kadınların cinsiyet eşitliğini kendinden menkul, aşikâr bir durum olarak görmediğini; cinsiyet eşitliğinin ancak, geleceğin adil ve temel bir dönüşümden geçmiş toplumunun siyasi, toplumsal ve iktisadi dinamiklerinin kapsamlı şekilde anlaşılmasıyla hayata geçirilebileceğinin farkında olduklarını ortaya koyuyor. Böyle bir topluma ulaşılabilmesi için de, kesintisiz ve derin teorik ve siyasi müdahale gerekiyor. Protesto dalgaları belki geri çekildi ama yok olmadı. Yer yer, münferit direniş kıvılcımları çakıyor ve bunlar genellikle çok sert şekilde bastırılıyor. Ama halk direnişleri böyledir; alevler hiçbir zaman tam olarak söndürülemez.
Amini’nin öldürülmesi üzerine patlak veren güçlü protestolar, İran’da değişime dair sizde bir umut yarattı mı?
Ben umutluyum; umudu canlı tutmaktan başka bir seçenek yok zaten. Bu isyan, gençlerin aktif katılımına ve ardından bireylerin, dil ve temelden farklı bir toplum oluşturmanın siyasi, toplumsal ve iktisadi anlamda ne kadar karmaşık bir iş olduğunun ayırdına varmasına bağlı olarak, devrimci bir harekete dönüşme potansiyeli taşıyor. Zorluk yalnızca teokratik rejimi yıkmakla ilgili değil; İslami kapitalizmin temellerinin de üzerine gidilmesi gerekiyor. Küresel kapitalist-emperyalist sisteme güçlü bir şekilde entegre olmuş bir rejim bu. Bu isyanın sonucu da 1979’da olduğu gibi, ataerkil-seküler-monarşik rejimden ataerkil-seküler cumhuriyete geçişle sınırlı kalırsa, bireysel özgürlüğün belirli alanlarında geçici iyileşmeler olabilir ama altta yatan çelişkiler yoğunlaşacaktır.
Söyleşinin devamını buradan okuyabilirsiniz.