EŞİK gönüllüsü Dr. Nezahat Doğan Demiray, Aposto’ya yayınlanan yazısında “Kadına yönelik şiddet, bir öfke kontrolü meselesi midir” sorusunu cevaplıyor:
Kadına yönelik şiddet, toplumsal cinsiyet temelli ataerkinin meşru bir silahı. Ataerkinin şiddeti için meşruluk inşa etmek yerine, baskın cinsiyetçi kültürün kökündeki sebeplerle mücadele etmek gerekiyor.

Dr. Nezahat Doğan Demiray / Aposto
Bir 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü daha geride kaldı. Dünyada ve Türkiye’de birçok etkinlik düzenlendi, raporlar açıklandı, üst üste siyasi demeçler verildi. Özellikle Türkiye’deki demeçlerde sorunun ne kadar önemli olduğu bolca vurgulandı. Fakat günü geride bırakırken damağımızda yine de kekremsi bir tat kalmıştı. Çünkü sorun çok ciddi ve hak ettiği ilgiyi, hak ettiği çerçevede kasıtlı olarak görmediğinden neredeyse eminiz.
Günün sonunda Resmî Gazete’de yayımlanan “Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele ile İlgili Cumhurbaşkanlığı Genelgesi” de bu çerçevede değerlendirilebilir. Genelgede şöyle bir madde de var: “Şiddet uygulayanlara yönelik 6284 sayılı Kanun kapsamında sağlık tedbirlerinin etkin uygulanması için öfke kontrolü, etkili iletişim ve stresle başa çıkma hususlarında bireysel ve grup çalışmalar yapılandırılacaktır.”
Peki, gerçekten kadına yönelik şiddeti öfke kontrolü ve stres yönetimi ile kolayca çözmek mümkün mü?
Türkiye’de kadına yönelik şiddet sorununun bireylerarası mı yoksa toplumsal nitelikte mi olduğunu tekrar tekrar tartışmak zorunda kalmak yorucu bir etkinliğe dönüştü, ama bu sayede gittikçe ustalaştık. Önce ataerkinin, yani cinsiyetçi kültür iktidarının oluşumunu özlü bir şekilde açıklayalım. Ardından da uluslararası bazı veri ve bilgileri paylaşalım. En sonunda kadına yönelik şiddeti bireylerarası bir sorun olarak ele almanın ne denli imkansız olduğu kendiliğinden ortaya çıkacak.
Öncelikle belirtmek gerekiyor ki, çağdaş uluslararası hukukun ısrarla vurguladığı, ayrı bir kategori olarak tanımlayarak çözüm aradığı, karşısında tüm dünyayı kapsayacak ortak bir terminoloji geliştirmeye çalıştığı kadına şiddet sorunu azalmıyor, hatta artıyor. Kadınlar hâlâ özgürleşme taleplerinin bedelini kendilerine yönelen şiddetle ve yaşam haklarıyla ödemek zorunda bırakılıyor.
Kadın özgürleşmesi uzun erimli ve köklü bir hareket. Aydınlanma ile kitlesel bir ivme kazanma şansı yakaladı, ama Aydınlanma koşullarında dahi ataerki tarafından hoş görülmedi. Yani kadın özgürleşmesi karşısında daima, “kurulu düzen”, “hikmet-i hükümet”, “geleneksel yaşam”, “devlet aklı”, “dinî muhafazakârlık” gibi ataerkinin kolayca ürettiği işbirliklerini buldu. Buna rağmen kamusal alanda hukuken tanınmak, görünmek için yaşam pahasına mücadele etti. Kamusal alandaki haklarının tanınmasını nispeten sağlamışsa da, siyasi gelişmeler bu hakların müdahalelerden korunması için daha yürünecek uzun bir yol olduğuna işaret ediyor.
Her şeye rağmen iyimser bir değerlendirmeyle, yolun ne kadar uzun olduğunu somutlaştırmak için bir BM raporundan destek alalım. BM Kadın Birimi’nin 2022 tarihli raporuna göre, mevcut hızda ilerlediğimiz takdirde, toplumsal cinsiyet eşitliğinin tam anlamıyla sağlanmasına daha 300 yıldan fazla zaman var. Kadın hareketinin bu durumu “kader” olarak kabul etmesi yani akışa bırakması, herhalde kölelik karşıtlığı veya işçi eylemleri gibi diğer hak hareketlerini hafızasında tutan başkaldırı düşüncesinden soyutlanması demek ki, ondan bu beklenemez.
Kadınların seçme-seçilme haklarının tanınması gibi kamusal alandaki nispi ilerlemeler “özel alan”daki sorunları gündeme almayı kolaylaştırdı. Feminizme göre “özel olan politiktir,” yani kadının “özel alan”a hapsedilmesi ataerkinin ürettiği siyasetin sonucudur. Çünkü kadının ataerki tarafından hapsedildiği aile, evlilik gibi “özel alanlar”dan çıkmaya çalışması ve “özel alan”da dahi haklarının tanınmasını talep etmesi, bir başkaldırı olarak görüldü ve görülmeye de devam ediyor. Sık sık 21. yüzyılda olduğumuz dile getirilse de kadının “özel alan”daki başkaldırısı kabul edilemez bir şiddetle karşılaşıyor. Cinsiyet ayrımcılığının en ağır hâli, yani kadının cinsiyeti nedeniyle karşılaştığı bu şiddet, BM’nin de kullandığı bir kavram “femicide” yani kadın kıyımı, kadın cinayeti olarak adlandırılıyor.
BM’nin, bu yıl yayımladığı “2022 Yılında Kadınların Yakın Partneri/Aile Bağlantılı Öldürülmelerine İlişkin Küresel Tahminler” çalışmasında elde ettiği veriler çerçevesinde kadın ve kız çocuklarına yönelik toplumsal cinsiyete dayalı cinayetler (kadın cinayetleri), “en yaygın insan hakları ihlali” olarak tanımlanıyor. Kadınların ve kız çocuklarının toplumsal cinsiyete dayalı öldürülmeleri, toplumsal cinsiyete dayalı şiddette sürekliliğin ölümcül son noktasını temsil ediyor ve genellikle fiziksel, cinsel veya duygusal istismar deneyimlerinin ardından yaşanıyor. Çünkü cinsiyetçi şiddet, özellikle eril kültürün hissettiği iktidar kaybı tehdidinin seviyesinin artmasıyla daha da yükseliyor ve sonunda cinayete varıyor. Yani kadına şiddet tehdidi dahi yaşam hakkının ihlaline yönelik önemli bir tehlike anlamına geliyor. Çalışmada yer alan yakıcı bir bilgi: 2022, son 20 yılda dünyada kadın ve kız çocuklarına yönelik kasıtlı cinayetlerin en yüksek olduğu yıl.
Yazının devamına buradan ulaşabilirsiniz.