Kitap eleştirmeni Eylül Görmüş, çocukken babası tarafından cinsel istismara maruz kalan ellili yaşlarında bir kadın kahramanın babası öldükten sonra aileye kalan miras sürecinde yaşadıklarını anlatan bir roman olan Miras’ın yazarı Vigdis Hjorth ile aile, inkâr, annelik, çağımızın erkeklik krizi ve utanç meselesi üzerine konuştu.

Eylül Görmüş / K24
Okuyan herkesi darmadağın eden Miras’ın Norveçli yazarı Vigdis Hjorth’ün İstanbul Uluslararası Edebiyat Festivali (ITEF) kapsamında şehrimize geleceğini öğrendiğimde pek çok okur gibi ben de çok heyecanlanıyorum. Ancak hikâye, geçtiğimiz hafta tanımadığım bir numaradan gelen bir telefonla bambaşka bir boyut kazanıyor: “Kendisiyle yüz yüze röportaj yapmak ister misiniz?” Hiç düşünmeden “Evet, elbette” diyorum. Ancak telefonu kapar kapamaz bir kaygı kuşatıyor beni. Nasıl biri acaba? Bir kurgu eser olduğunu çok kez vurgulamasına rağmen başta kendi ailesinin bile otobiyografik olduğunu iddia ettiği o kitabı yazan, çocukluğu boyunca babası tarafından istismar edilme hikâyesini sahiden deneyimlemiş olabilecek bir kadına neyi, nasıl sorabilirim? Yolu yordamı nedir, sınırlarım nelerdir, nerede durmam gerekecek? Karşımda soğuk, mesafeli, belki hüzünlü bir kadın bulmayı bekliyorum – kendisiyle karşılaşınca hayatın ne kadar neşeli sürprizlere gebe olduğunu hâlâ öğrenemediğimi anlayacağım.
Röportajı yapacağımız mekâna doğru yürürken aklıma kitapta geçen bir bölüm geliyor. Bir Afrika geleneğini hatırlatıyordu Hjorth: Afrika’da insanlar, çatışmaya ve gerginliğe gebe durumlarda ortamın yumuşaması için yiyecek ve içeceklerini elden ele dolaştırarak paylaşırlarmış. Kitapta seneler sonra bir araya gelen aile üyeleri, birinin cebinden çıkardığı bir mandalinayı elden ele geçirip yiyerek konuşuyorlardı. İyi fikir bu, diyorum kendi kendime; geleneklere güvenmek lazım. Birkaç mandalina alıp röportajı yapacağımız kafeye yollanıyorum.
Vigdis Hjorth’ün yeşil, çakmak çakmak gözleri karşılıyor beni. Bu kadının 64 yaşında olduğuna da, kitapta anlattıklarına yakın şeyler yaşamış olduğuna da inanmak güç. Varlığıyla tüm mekânı dolduran bir karizması var; fakat alışık olduğumuzun tersine mesafeli olmayan, insanı çağıran, sakinleştiren bir karizma bu. Neredeyse şefkatli diyebileceğim bakışları, “Bu fikri sizden çaldım” diyerek masaya koyduğum mandalinalarla beraber iyice yumuşuyor. Gülümsüyoruz, mevsimin ilk mandalinalarını yerken konuşmaya başlıyoruz.
“Her roman bir edebi paradoksa ihtiyaç duyar”
Aslında sormayı hiç arzu etmediğim, ama sormam gerektiğini düşündüğüm iki soru var, önce o sorulardan kurtulmalı. İlki, şu bitmek bilmez “romanın otobiyografik olup olmadığı” tartışmasına dair. Şayet kendisinin söylediği gibi bu bir kurguysa, insan merak ediyor, bu düzeyde bir empatiyi nasıl kurar insan, o istismar mağdurunu nasıl bu kadar iyi anlayıp aktarabilir, yahut neden bunu anlatmayı seçer?
Bu soruyu nasıl yorumlaması gerektiğini bilemediğini söylüyor, “Kurgu olarak mı, kendim olarak mı yanıtlamalıyım” diyor. Eh, ben de tam onu soruyorum, sorumun içindeki gizli soruyu fâş etti. Gülümsüyor ve anlatıyor. “İnsan hayatına bakan bir roman yazmak istediğinde nereden başlar? Gittiği okul, iş arkadaşları… Hepsini yazamazsınız ki… Knausgaard’ın yaptığı gibi 6 cilt de yazsanız, yetmez tabii” diyor, gülüyoruz. “Yazdığınız ilk cümleyle aslında binlerce başka girişi kapatmış, kilitlemiş olursunuz” diye devam ediyor. Miras’ın unutulmaz ilk cümlesi düşüyor aklıma: “Babam beş ay önce öldü, zamanlama ya çok iyiydi ya da çok kötü, nereden baktığınıza göre değişir.” Sözlerini şöyle sürdürüyor:
“Yazdığım şey edebi bir eser, ama evet, bir tercih yaptım. Neyi anlatacağımı ben seçtim. Benim edebiyat olarak yazdığım şey bambaşka bir düzlemde birinin gerçekliği olabilir. Yazarken beni ilgilendiren o ‘sözde’ gerçeklik değil, gerçekliği bir dönüşüme uğratmak ve ondan bir kurgu üretmekti. Kurgu, en iyi paradoks üzerinden alan açar kendine, en iyi o biçimde vücut bulur. Kitaptaki paradoksal olan şeye ailem tepki gösteriyor, oysaki bu paradoks şarttır. ‘Bizi yazıyorsun ama biz böyle değiliz’ diyorlar – ben de diyorum ki evet, işte her romanın ihtiyacı olan edebi paradoks tam da bu!”
Bu yanıttaki müphemlik ne hoş! Kelimelerle nasıl oynayacağını bilen, çok zeki bir kadınla karşı karşıya olduğumu kendime bir kez daha hatırlatmak zorunda hissediyorum; o zekânın ve gözlem gücünün birazdan başıma açacağı işlerden henüz habersizim. “Zorunlu sorular” kategorisindeki ikinci sorum; “Gerçekliğin kurguyu şekillendirdiği şüphesiz; ancak özel bazı durumlarda kurgunun da gerçekliği şekillendirebildiğini biliyoruz. Örneğin ablanız Helga’nın yazdığı ve sizin kitabınıza cevap niteliği taşıyan romanı Özgür İrade’ye dair bu çerçevede ne söyleyebilirsiniz?” oluyor. Onun kurgusu, ablasının başka bir hikâye anlatmasına sebep oldu, gerçeklik dönüştü.
Aldığım yanıt, gerçeğin kaleydoskop gibi olduğu oluyor…
“Tıpkı resmî tarih gibi, her ailenin bir resmî hikâyesi vardır. Siz eğer o resmî anlatının dışına çıkarsanız, aile fertlerinin sizden uzaklaşmaya, sizi dışarı itmeye başladıklarını fark edersiniz. Çünkü ailenin her bir bireyinin, yaşanana dair kendi versiyonu vardır. Bazı versiyonlar birbirine benzer, bazıları bambaşkadır. O yüzden kimin salt doğruyu anlattığından emin olamazsınız. Bugün bu masada konuşulanlara dair hepimizin birer kısa hikâye yazdığımızı düşünün, hepsi birbirinden farklı olacaktır. Varsayalım ki ben bu masada oturuyorum, fakat aklım hayatıma yeni giren, kapıldığım o adamda; bu durumda benim kısa hikâyem diğerlerinden farklı olacaktır, biraz böyle bakmak gerektiğini düşünüyorum.”
Ardından muzip bir gülümsemeyle ekleyiveriyor:
“Ama eminim ki şu anda bu masada bu durumda olan kişi ben değilim, sensin!”
Kıpkırmızı bir vaziyette ve panikle, “O kadar belli oluyor mu?” diyorum. Çözmeye, didiklemeye, soymaya geldiğim kadın beni karşı karşıya oturuşumuzun 10. dakikasında çırılçıplak soyuvermesin mi! “Pırıl pırıl parlıyorsun, görmek zor değil” diyor. Bir insanın ruh halini bu kadar hızlı ve mahirane okuyabilen birinin iyi bir yazar olmasına şaşırmamalı.
“Kurtuluşun yolu umut etmeyi bırakmaktan geçiyor”
Bu neşeli anda kalmayı çok arzu etsem de söyleşiye devam etmek şart. Suçun fail tarafından inkârının bazı durumlarda suçun kendisinden bile daha yaralayıcı olabileceğini, failin yanı sıra suça tanıklık edenlerin de inkâra yönelmeleri durumunda ise açılan yaranın daha da derinleşebileceğini biliyoruz. Kitapta, babasının ona yaptıklarına tanıklık ettikleri halde suçu gizleyen kız kardeşleri ve annesine karşı Bergljot’un sözlerini hatırlatıyorum: “Çektiğim acının bir hastalık olmadığını duymaya ihtiyacım vardı…” İnsan böyle bir durumda akıl sağlığını nasıl korur, nasıl iyileşir?
“Bu ailedeki durumun ne kadar içinden çıkılmaz olduğunu anlamaya çalışarak” diye başlıyor cevabına:
“Yetişkin kızınızın size gelip ‘Babam küçükken bana bunu bunu yaptı’ demesi bir kâbustur – üstelik baba dönüp ‘Ben böyle bir şey yapabilir miyim, sizin aklınız bunu alıyor mu, yalan söylüyor’ derken. Ortada bir ‘delil’ de yokken babaya inanmak kolay, cazip, konforlu olandır; eğer kız çocuğuna inanacak olursanız kapanması mümkün olmayacak bir kara deliği açarsınız herkes için. Babanızın bir ay sonraki doğum gününü nasıl kutlarsınız? Noel’de hiçbir şey olmamış gibi bir araya gelebilir misiniz? Anne, babayla evli kalmaya devam edebilir mi? Ailenin geri kalanına, komşulara ne söylenebilir? Ama babaya inanmayı seçerseniz, her şey, en azından yüzeyde, olduğu biçimiyle kalmaya devam edebilir. Bunu ‘aileyi kurtarmak’ yönünde bir çaba olarak değerlendirebilirsiniz. Ve biliyoruz ki maalesef bu tür durumların neredeyse yüzde 99,9’unda aile, aile kalmayı seçiyor – yani inanmamayı… Tabii bu noktadan sonra buna bir aile denebilirse… Kurtarılan şey aslında aile değil, aileye dair bir imge, bir imaj; binanın yalnızca dış cephesini boyayıp içini metruk bırakmak gibi. Bu çok zor bir karar ama genelde insanlar ‘Ailem yerinde kalsın, yan etkisi de kardeşimi kaybetmek olsun’ biçiminde bir tercihte bulunuyorlar. Yani onların içinde bulunduğu durumun da ne kadar zor olduğunu anlayınca, hasta olmadığınızı fark edebilir, akıl sağlığınızı koruyabilirsiniz. Bir de Bergljot’un yalnız olmadığını anımsamak lazım. Yanında erkek kardeşi ve ona inanan arkadaşları var.”
Yazının devamına buradan ulaşabilirsiniz.