Bir bebeğin beynine ve yetişkin bir kadının bedenine sahip bir Bella Baxter’ın büyüme hikayesini konu alan Poor Things (Zavallılar) sinemaseverleri ikiye böldü: Poor Things feminist bir başyapıt mı yoksa erkek bakışını (male gaze) besleyen bir seks fantezisi mi?

Bir bebeğin beynine ve yetişkin bir kadının bedenine sahip bir Bella Baxter’ın büyüme hikayesini konu alan Poor Things (Zavallılar) sinemaseverleri ikiye böldü: Poor Things feminist bir başyapıt mı yoksa erkek bakışını (male gaze) besleyen bir seks ve istismar fantezisi mi? Kadın hakları savuncuları, gazeteciler ve sinema eleştirmenleri değerlendiriyor:
*Spoiler içerir.
‘Orta yaşlı heteroseksüel bir erkeğin nemfomani fantezisi’
Samira Ahmed, BBC Radyo 4’te Front Row programının sunucusu ve Centre for Women’s Justice üyesi
Zavallılar‘dan keyif alabilmeyi isterdim. Emma Stone müthiş bir oyuncu, Mark Ruffalo ise bir serseriyi oynayan iyi bir insan, hakiki bir aktivist. Çok komik! Ancak Stone’un karakteri Bella, bir bebeğin beynine sahip – ve öğrenme güçlüğü çeken bir kadın için rıza meselesi tam bir kırmızı bayrak. “Kendini keşfetme yolculuğuna” çıkan Bella, kısa sürede en eski istismarcı mitlerinden biri olan, mümkün olduğunca çok erkekle seks yapmaya yönelik doyumsuz bir arzuya kapılır. 1970’lerde pornocular, cinsel özgürlüğün aslında asla hayır dememek olduğunu iddia ederek kadınların özgürleşme hareketine müdahil olmuşlardı.
Bir kurgu eser olarak Poor Things istediği her şeyi keşfedebilir, ancak feminist değildir. Bir kadının bir şeyi yapmayı seçmesi, o eylemi feminist yapmaz. Feministler, kadınların seçimlerinin içinde var olduğu ataerkil sisteme meydan okurlar. Fahişelik, kurgusal olarak erkekler tarafından her zaman romantikleştirilmiştir, ancak yine de erkeklerin zavallı kadın bedenlerini sömürmesidir çoğunlukla.
Orta yaşlı heteroseksüel bir erkeğin nemfomani fantezisini “hiciv” kılıfına büründüren ve kadın sünnetinin “kötü” olduğu mesajını veren Poor Things‘in bu kadar ilgi görmesi, feminizmin daha kat etmesi gereken uzun bir yolu olduğunu doğruluyor.
‘Pedofiliyi teşvik etmiyor’
Charlotte Higgins, Guardian kültür yazarı
“Poor Things feminist bir film mi?” sorusunu sormak bana kategorik olarak hatalı geliyor. Hayır, bu filmin feminist yaklaşımıma dayanak oluşturacağını sanmıyorum. Yunan mitolojisinde, kendi çocuklarını öldüren muhteşem Medea karakterinin iktidar yolunda pratik bir çözüm ürettiğini de düşünebiliriz. Alasdair Gray’in 1992 tarihli romanından uyarlanan ve Mary Shelley’nin Frankenstein’ının bir versiyonu olan Poor Things bir masal.
Yakın zamanda ölmüş yetişkin bir kadına yeni doğmuş bir bebeğin beyninin nakledilmesini savunan bir film olmadığı gibi (bazılarının öne sürdüğü gibi) pedofiliyi de teşvik etmiyor. Gerçekçilikle olan ilişkisi en başından beri oldukça ağır bir şekilde işaret ediliyor – yani, mesafeli bir ilişki. Bella Baxter gibi bir insanı daha önce hiç görmediniz. Ayrıca yarı kaz yarı köpekten oluşan bir canlı da görmediniz.
Medea’nın hikayesi gibi, Poor Things de yüzeyde işleyen mekanizmanın ötesinde zengin bir film. Korkusuzca, suçluluk duymadan, olumsuz sonuçlar doğurmadan, Yahudi-Hıristiyan ya da ataerkil utancın farkında olmadan iştahını dindiren, cinsel açıdan özgür bir kadın vizyonu sunuyor. Bazı çevrelerce tehdit edici bulunabilecek olsa da, gerçek dünyaya ait değil ama heyecan verici bir resim.
‘Sürekli seks ile ifade edilen arzu, istek, ilgi, tutku’
Zoe Williams, Guardian köşe yazarı
Poor Things sizden, toplum ve onu açık kuralları, dile getirilmemiş beklentileri, şiddet ve utancın gizli kontrolüyle şekillendirilmemiş bir kadın cinselliği hayal etmenizi istiyor. Şimdi de erkek cinselliğini, bu kontroller ellerinden alınmış olarak hayal edin. Bir adım geri gidin ve ikisinin geçinip geçinemeyeceklerini bir düşünün.
Siyasi açıdan bakmasaydım bile, Stone’un performansındaki deneysel inancı, Ruffalo’nun ustaca parçalanışını, Ramy Youssef’in mükemmel oyunculuğunu – ve Willem Dafoe’yu yine de seveceğimi söylemek istiyorum. Ancak filmin anlamını estetiğinden ya da mizahını kalbinden ayırmak mümkün olmadığı gibi bunu da ayrıştırmak imkansız.
Stone’un yemek masasında mastürbasyonu keşfettiği ve ardından huysuz bir hizmetçiye tavsiye ettiği andan itibaren, vahşi ve büyüleyici performansı, Jung’un tanımladığı saf libidonun (arzu, istek, ilgi, tutku) sürekli seks yapmak şeklinde dışavurumu olarak gerçekleşiyor. Şematik olarak, Willem Dafoe’nun canladırdığı cerrah, daha korkunç bir geçmişe sahip bir Frankenstein. Kendini hadım etmiş, Tanrı’yı oynayabileceğini düşünüyor ve yaratımı onu yok ediyor, ama gerçekten öyle mi? Bella bir canavardan çok bir ateş gibi – yıkıcı, umursamaz, arındıran, iç ısıtan, izlemesi inanılmaz eğlenceli, özellikle de Ruffalo’nun canlandırdığı Duncan Wedderburn ile çılgınca dans ederken. Genelevdeki büyüsü, “Seks işçiliği içselleştirilmiş damgalamadan arındırıldığında neye benzer?” sorusuna verilen en dürüst cevap. Uzun zamandır böylesini görmemiştim.
Filmin oldukça tartışmalı bir açılışı var: Vizyoner bir profesör ve onun itaatkar asistanı, Bella’yı cinsel bir varlık olarak tartışıyor. Bella daha konuşamazken, evlilik gündeme getiriliyor. Bunu bir alegori olarak görmeyip, toksik ataerkilliğin (yetişkin beden, tabula rasa bir beyin, mükemmel bir karışım) arzularının yerine getirilmesi olarak algılayacak insanlar olacaktır ve filmin de bu noktada çok riskli bir muğlak alan bıraktığını söylemeliyim.
Eğer ana akım bir film olsaydı, “İnsanlar bunu zevkler ve sınırlar hakkında bir masal olarak mı yoksa psikolojik açıdan pedofiliyi teşvik eden bir fantezi olarak mı algılayacaklar?” diye düşünür, köşe bucak kaçardım. Belki fazla ciddiye alıyorum ama filmin bir toplumsal cinsiyet meselesinden diğerine atlayarak gösterdiği cesaret, bana kültürel bir yenilenme olarak geldi.
‘Sözde feminizmi bana Barbie’yi hatırlattı’
Shaad D’Souza, yazar
Poor Things bana bir deja vu hissi verdi: Bu film zaten yaz boyunca sözde feminist referanslarıyla beni hırpalamamış mıydı? Greta Gerwig’in Barbie filminden söz ediyorum; o da benzer bir olay örgüsüne, sudan çıkmış balık mizahına ve didaktik, basit bir ahlak anlayışına sahip. Her iki filmde de erkekler tarafından yaratılan bir kadın kendi kaderini tayin etme ve anlam arayışına giriyor, “gerçek” dünyanın dehşetinden nefret ettiğini fark ediyor ve gözlerden ırak eski dünyasında biraz aydınlanmış bir denge duygusuyla yetinmeye karar veriyor. Her iki filmde de feminist ideallere yönelik yüzeysel imaların bu kadar büyük bir övgüyle karşılanmasını hayret verici buldum.
Poor Things bana lise yıllarımın Tumblr seviyesindeki toplumsal cinsiyet politikalarını hatırlattı; bu politikalar bir kadının gücünün doğası gereği anatomisiyle bağlantılı olduğunu ve olabildiğince çok sevişmenin karmaşık olmayan bir özgürleşme kaynağı olduğunu söylüyordu. Bu fikirlerde yanlış bir şey yok, ancak Poor Things bunları karmaşıklaştırmak veya sorgulamak için hiç çaba sarf etmiyor: ‘Öfkeli zıplama’ Bella’nın varoluş nedeni ve bir süreliğine mesleği haline geliyor. Ancak felsefe ve sosyalizme olan ilgisi bununla doğrudan etkileşime giren bir şey olmaktan ziyade, yalnızca bir arka plan oluşturuyor.
En sevdiğim filmlerden bazıları erkeklerin yazdığı kadın hikayeleridir. Ama Poor Things‘in bana kendini beğenmiş ve sahte bir derinliği var gibi geldi, bir kadının ergenliğe giriş hikayesini kendi radikal yaklaşımıyla anlatma takıntısı var.
Barbie en azından teorik olarak bir çocuğa temel düzeyde feminist okuryazarlık kazandırabilirdi. Poor Things korkarım, sadece kendini beğenmiş yetişkinlerin değerlerini teyit etmeye hizmet ediyor.
‘Lizbon güzel gösterilirken, İskenderiye lağım çukurundan farksız’
Jason Okundaye, yazar
Filmin, erkeklerin kadınları kısıtlamak ve kontrol etmek için kullandıkları farklı yöntemleri tasvir etmekte oldukça başarılı olduğunu düşünüyorum. Poor Things‘in merkezindeki erkekler birbirlerinden çok farklı olsalar da Bella’yı kontrol etme girişimleri onları birleştiriyor – ister Bella’yı dış dünyadan “güvende” tutmak için hapsetmeye çalışan babacan Godwin olsun, ister entelektüel bilinç kazandıkça Bella’nın kitaplarını okyanusa atan ve onun sadece uysal bir seks bebeği olmasını isteyen sapık, kadın düşmanı Duncan olsun. Arzularının peşinden gitme kararlılığı – mastürbasyon yapmak, kibar toplumu reddetmek, okumak – onu kısıtlamaya yönelik her türlü girişimi bastırıyor ve yok ediyor.
Bununla birlikte, filmin hataları yok değil. Lizbon tüm güzelliğiyle tasvir edilirken, İskenderiye bir yoksulluk çukuru, Bella’nın Mısır’ın “zavallıları” üzerine düşünebileceği ve onların hayatlarını iyileştirmek için beyhude girişimlerde bulunabileceği bir kanal olarak sunuluyor. Tanık olduğu bu yoksul insanlar aynı zamanda, ellerine fırsat geçse yolcu gemisindekilere tecavüz edip onları öldürecek insanlar olarak betimleniyor; bu mesajın insanlığın acımasız fırsatçılığı üzerine düşündürmek istediği kesin ama bunun yerine onları barbarlar olarak sunuyor.
Aynı şekilde, Bella’nın ataerkilliğe ve onu hapsetmeye çalışanlara karşı direnişi nihayetinde zafere ulaşırken, seks işçiliğinin tasviri fazla sıradan kalıyor. Erkek bakışının Poor Things‘de terzyüz edildiğini iddia eden bazı yorumlar okudum, çünkü erkekleri her açıdan çıplak gösteriyor ancak Bella’nın bir dizi iğrenç müşteriyle seks yaptığı sahneler, bu tür karşılaşmaların neye benzeyebileceğine ilişkin merakı tatmin etmenin ötesinde pek bir amaca hizmet etmiyor gibi görünüyor.
Kuşkusuz Bella cinselliği aracılığıyla özgürleşiyor: O ve fahişe arkadaşları seks işçiliğini kendi bedenlerini bir üretim aracına dönüştürmek olarak tanımlıyorlar – ancak Bella’nın içinde bulunduğu koşullarda fahişelik, güçlenmekten çok hayatta kalmak ve çalışmakla ilgili.
Kaynak: Guardian
*Orijinal Guardian’da yer alan yazı kısaltılarak Türkçeleştirilmiştir.
Çeviri: SES Eşitlik, Adalet, Kadın Platformu