Close Menu
  • Eşitlik
  • Barış ve Güvenlik
  • Siyaset
  • Adalet
  • Emek
  • Kültür-Sanat
  • Ekoloji
  • Bülten Üyeliği
  • Podcast
  • english
Facebook X (Twitter) Instagram YouTube TikTok Telegram
Hakkımızda
SES Eşitlik, Adalet, Kadın Platformu
Facebook X (Twitter) Instagram YouTube TikTok Telegram
  • Eşitlik

    8 Mart Dünya Kadınlar Günü Kutlu Olsun

    8 Mart 2025

    Yasaklamalara Rağmen Kadınlar Bizi Feminist Gece Yürüyüşü’ne Çağırıyor

    8 Mart 2025

    Çin’de Feminist Komedi: “Her Story” ve Kadınların Mücadelesi

    5 Ocak 2025

    Toplumsal Cinsiyet Eşitliğine Duyarsız Bütçe

    9 Aralık 2024

    Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Hareketinde Erkeklerin Rolü

    25 Kasım 2024
  • Barış ve Güvenlik

    Barış Savunucusu Jimmy Carter Hayatını Kaybetti

    30 Aralık 2024

    Nimet Nimettir!

    24 Aralık 2024

    Rahibeler, Mızıkçı Kabadayılar, Kayyımlar

    23 Aralık 2024

    Barış ve Huzur İçinde Yaşamak İstiyoruz!

    23 Aralık 2024

    Kadınlar Tepkili: Hayatlarımıza, Haklarımıza, Hayallerimize Kayyım Atayamayacaksınız!

    10 Kasım 2024
  • Siyaset

    Yerel Demokrasi İçin İş Birliği Çağrısı

    12 Ocak 2025

    Bakanlık: Kreşleri Kapatın CHP: Hodri Meydan; Gelin Kapatın

    26 Kasım 2024

    CHP Kadın Çalıştayı: Çare Eşitlikte

    25 Kasım 2024

    Trump ve Adamları

    18 Kasım 2024

    Kadınlar Tepkili: Hayatlarımıza, Haklarımıza, Hayallerimize Kayyım Atayamayacaksınız!

    10 Kasım 2024
  • Adalet

    Pınar Selek:Feminizm Olmadan Faşizmi Aşamayız

    3 Şubat 2025

    AİHM’den Fransa’ya Kınama: Seks Evlilik Yükümlülüğü Değildir

    27 Ocak 2025

    Gisèle Pelicot: Kimin Utanması Gerektiğini Dünyaya Gösteren Kadın

    24 Aralık 2024

    Narin Cinayeti Araştırma Önergesi İktidar Partileri Tarafından Reddedildi

    4 Ekim 2024

    2024 Hrant Dink Ödülleri Kadın Hakları Mücadelesine

    23 Eylül 2024
  • Emek

    Türkiye: Çalışan Kadınlar İçin En Kötü Ülke

    24 Nisan 2025

    DİSK:Greve Çıkalım. Hayatı durduralım.

    9 Mart 2025

    Yasaklamalara Rağmen Kadınlar Bizi Feminist Gece Yürüyüşü’ne Çağırıyor

    8 Mart 2025

    Polonez İşçileri Kazandı:Birleşen İşçiler Asla Yenilmez

    7 Ocak 2025

    Bedeni Hür Kadın Öğretmenler

    20 Ekim 2024
  • Kültür-Sanat

    Dünyaca Ünlü Kemancı Ayla Erduran’ın Ardından

    12 Ocak 2025

    Çin’de Feminist Komedi: “Her Story” ve Kadınların Mücadelesi

    5 Ocak 2025

    Viyana Filarmoni İlk Kez Bir Kadının Bestesine Yer Verdi

    5 Ocak 2025

    Demet Değil Mehmet Olsaydım İşim Daha Kolay Olacaktı

    9 Aralık 2024

    Oya Baydar: Hak Mücadelesiyle Geçen Bir Hayat

    2 Aralık 2024
  • Ekoloji
  • Podcast
  • English
Hakkımızda
SES Eşitlik, Adalet, Kadın Platformu

Prof. Dr. Şengül Hablemitoğlu ile ‘Kolektif Yas’ın Sosyopolitiği Üzerine

25 Temmuz 2023 Dayanışma
Facebook Twitter WhatsApp Email

Kolektif yas, hepimizi derinden sarsıyor. 2023 dünyanın pek çok yerinde olduğu gibi, bizim için de harika bir yıl olmadı. Deprem felaketinin ardından seçim gündemi ile boğulduk, üzerine ekonomik kriz bastırdı, nefes alamıyoruz.

Prof. Dr. Şengül Hablemitoğlu ile yaşanan acıların ardından yas tutmayı, neden yasa ihtiyaç duyduğumuzu ve kolektif yasın neden engellendiğini konuştuk. Yas konusunda uzun yıllardır çalışan Prof. Dr. Şengül Hablemitoğlu, yasın politik yanından, devletin yasımıza ortak olmadığında ortaya çıkan durumlardan ve derin acımızla, yasımızla, özellikle de kolektif yas ile yüzleşmemenin getirebileceği sorunları anlattı.

Cumartesi Anneleri’nin yası neden engelleniyor? Daha enkazdan cenazeler çıkarılmamışken neden selalar okundu? Yasın görmezden gelinmesi en çok kimleri olumsuz etkiliyor? Prof. Dr. Şengül Hablemitoğlu, yaşadığımız zor ayların ardından hissettiğimiz duyguların gerçek kaynağına dair önemli ipuçları paylaşıyor.

Duygu İslamoğlu: Yasın aslında her gün konuşmamız gereken bir konu olduğunu düşünüyorum ama bu konuyu bir o kadar da az konuşuyoruz…

Prof. Dr. Şengül Hablemitoğlu: Yas konusu çok mahrem hale getiriliyor. Sürekli vurgulanıyor, yasın mahrem olduğu söyleniyor.

Mahrem buluyoruz, paylaşmaya çekiniyoruz, hatta yüzleşmeye bile çekinebiliyoruz yas ile. Türkiye’de hepimiz için zor bir sene başladı. Şubat ayında depremleri yaşadık, hemen üzerine bir seçim gündemi umutlarla, hayal kırıklıklarıyla, sevinçlerle, üzüntülerle birlikte geldi geçti, çok endişe duyduğumuz zamanlar oldu, bazı açıklamaların ve vaatlerin belirli kesimler için çok tehdit şeklinde algılandığını gördük; sonuçta hepimiz, toplu olarak bir süreçten geçtik. Hepimiz “nasılsın” sorusuna “ya nasıl olayım işte…” der olduk. 

Size şöyle söyleyeyim, bugün bir çocukluk arkadaşım bana nasılsın, ne yapıyorsun dedi, iyi olmaya çalışıyorum, iyi hissetmeye çabalıyorum dedim. Zor tabii hakikaten, ama bunun bir nedeni var…

Neden hepimiz kendimizi böyle hissediyoruz ve tanımlayamıyoruz? 

Biz toplu bir biçimde yas tutamıyoruz, bu yüzden de iyileşemiyoruz, iyi hissedemiyoruz. Ben her zaman vurguluyorum, siz takip ettiğinizi söylediniz, yas bir hastalık değil fakat hastalıkmış gibi görünebilir, bizi hastaymışız gibi gösterebilir. Öyle görünmemize yol açabilir. Birlikte yas tutabilmek iyileştirici ve öğretici bir şey, birleştirici de bir şey aynı zamanda.

Belki burada şunu da anlamak gerekiyor, neden yas tutmaya ihtiyaç duyarız?

Yasa ihtiyaç duyarız çünkü bir kayıp vardır ve biz bu kayıpla uzlaşmaya çalışırız. Uzlaştığımız süreçtir yas. Kayıpla uzlaşmak zorundayız maalesef. “Hayır, ben bunu reddediyorum, istemiyorum bu kayıpla uzlaşmak” dediğimizde, işte o zaman belki hastalıklı bir hale gelebilir. Ben hastalık demeyi pek sevmiyorum, o yüzden iyi hissetmemek diyelim.

2023 bizim için öyle çok da dert üstü murat üstü bir yıl olmayacaktı, bu belliydi ama bu kadarını da kimse beklemiyordu. Korkutucu, yürek burkan ve üzücü bir tarihi sürece dönüştü Türkiye için. Binlerce insanı kaybettik. Biz depremin kıyamet gibi dehşeti ile de gerçekten daha yüzleşmeden, daha orada yol alamazken, ne olduğunu anlamlandıramazken, iki aşamalı ve psikolojik etkisi de çok yüksek bir seçim sürecini tamamladık. Orada öyle bir şey oldu ki, bu süreçte çok kötü bir şey yaşandı aslında, bunun altını çizelim. 

Buradan kime ulaşır bu söylediklerimiz bilmiyorum ama burada şöyle bir şey var, biz, psikolojik etkisi çok yüksek bu seçim sürecine o kadar çok odaklandık ki, kayıp yaşayan, enkazdan yaralı veya sağ çıkan veya yakınlarının naaşlarını bulamayan mağdurlara, onların temel ihtiyaçlarının karşılanmasına odaklanmak şöyle dursun, deprem bölgesindeki insanlara öfkemizi yönelttik.

Seçim sonucunun faturasını oraya da çıkarmaya başladık. Ülkeyi yönetenler, seçime güç birliği ile girdiğini iddia eden, yönetmeye aday liderler – bakın etrafından dolanmak için ne kadar uzatarak söylüyorum, bunu iddia eden liderler, siyasiler diyelim, hayatları derin, tırnak içinde söyleyelim, kişisel, ama kişisel olduğu kadar da toplu bir yasla, kolektif yaslaölçülemez kayıplarla paramparça olan insanların orada bununla nasıl başa çıktıklarıyla, ne yaşadıklarıyla ilgilenmez oldular. Bu kamuoyu için de, halk için de geçerli.

Siyaset bunun neresinde? Kamusal bilinç bununla ilgili ne yaptı? STK’lar bir anda neden sessizleşiverdiler? Bu soruların yanıtları için konuşmak, çözüm bulmak, yaraları sarmakla meşgul olacağımız yerde biz saçma bir şekilde seçim protokollerine, pazarlıklara, araştırmalara, “kutu kolayı koyduk seçiliyordu da olmadı”lara, bütün dikkatimiz buralara yöneldi. Ben buna duygusal da yaklaşmamız gerektiğini çok önemsiyorum. Öncelikle duygusal yaklaşmamız gereken bir süreç bu. Yaraları saracağımız önümüzde uzun yıllar varken, şimdi seçim sonrasında da, zaten bunun gelişi belliydi, o yılları da ekonomik kriz bizden çalmış olarak görünüyor. Çünkü herkes, binlerce kaybın yaşandığı yerden, bir anda dikkatlerini “ben şimdi nasıl geçineceğim, gelecekte ne yapacağım” kaygısına yöneldi dikkatimiz, odağımız değişti yani.

“Yası bölünmüş ve ayrışmış halde algılamaya başladık, bu bilinçli ve politik bir tercih”

Bu durum tesadüfen ortaya çıkmadı. Odak kaymamız çok derinleşti, oradan uzaklaştık ve mevcut siyasi iklim, bütün bu odağın kaymasına yol açan bölünme ve kutuplaşma ile birlikte, son derece kişiselleştirdi her şeyi. Sadece seçmen için değil, kendileri için de kişiselleştirdiler. Bir anda bir baktık ki siyasi iklim, birlikte bir seçim kazanma, beraber hareket etme tavrından kişisel bir tavra dönüştü, ben şaşkınlık içerisinde izliyorum, eminim benim gibi pek çok insan aynı şaşkınlıkla izliyor.

Bu kadar bölünmenin, bu kadar kişiselleştirmenin, bu kadar kutuplaşmanın olduğu bir yerde insanlar da kendilerini ait hissettikleri sosyal ve siyasi yapılardan bağımsız davranamıyorlar. Yası da son derece bölünmüş ve ayrışmış olarak algılamaya başladılar. Bir anda biz, toplumsal/kolektif yastan bireysel yasa döndük. Bu, bilinçli bir şey. Bu bir politik, siyasi tercih. Bu bir siyasi iradenin buna dönüşmesini istediği bir şey. Dolayısıyla burada iki yönlü de bir sosyo politik bir yas çıktı ortaya. Bir yanda bir kaybedilmişlik var, o kaybedilmişliğin arkasından gelen kaybetme olasılığımızın olduğu şeyler var, bir kere hayatta kalacak mıyız ilerleyen dönemde, onu düşünüyoruz. 

Kolektif yas nedir? Prof. Dr. Şengül Hablemitoğlu açıklıyor.

Aslında büyük şehirlerde yaşayan insanların da çok büyük kaygıları olmaya başladı…

Muazzam bir kaygıya dönüştü bu, hem böyle bir felaket olduğunda biz ne yaparız, hem de temel ihtiyaçlarımız… İstisnasız herkes, ihtiyaçlar hiyerarşisinin birinci basamağında sorun yaşamaya başladı. Pek çok faktör var burada, temel ihtiyaçlarımızı karşılamaktan gitgide uzaklaşıyoruz. Bir türlü artan enflasyona karşılık gelmeyen gelirlerle bir yaşam sürdürmek zorundayız. Temel ihtiyaçlarımızı bununla karşılayacağız.

Bir yanda bu var, kayıp kaygısı taşıyoruz. Bu “beklenen yas” dediğimiz bir şeye yol açıyor. Biz kayıp daha gerçekleşmeden onun yasını tutmaya başlıyoruz. Yaşadığımız şey o kadar çok katmanlı ki… Seçimde bir kayıp yaşandı o kaybın yası var, arkadan ekonomik kriz derinleşti, oradaki kayıp olasılıklarımızın ve kayıplarımızın yası var, bir yandan da yaşamı sürdürüp sürdüremeyeceğimize dair bir kaygımız var. Barınma ciddi bir problem. Büyük kentlerde güvenlik, ulaşım, çok ciddi problemler. İşsizlik var, eşitsizlik var, bir sürü şeyden bahsediyoruz aynı anda.

Sosyopolitik kolektif yas

Mesela İstanbul’da yaşayan genç bir kadın için şu anda hem acaba evim başıma yıkılacak mı, öyle bir şey olursa ve sağ çıkarsam devlet beni gözetecek mi, bir yanıyla bir felaket olmasa bile ben sokaklarda özgürce yürüyebilecek miyim, acaba seçim sonuçları benim kişisel hayatımı, kendimi ifade etmemi nasıl etkileyecek gibi sıkıntılar, aslında güvenlik hissini çok etraflıca sarıyor.

Kesinlikle! Bunu illa kavramlaştırmamız gerekecekse, sosyopolitik bir toplumsal yastan söz edebiliriz kolaylıkla. Yasın sosyopolitiği bu. Toplumsal yas, ya da kolektif yas, böyle yaşanıyor şu anda. Önümüze konulan politikalar, ideolojik baskılar; bunu kimse yadsıyamaz herhalde. Böyle söylediğimizde çok saçma argümanlarla geliyor insanlar karşımıza ama, ideolojik baskı ekonomik krizle birleşen bir ihtiyaçların karşılamaması olasılığı, güvensizlik ve güvencesizlik… Aslında böyle toplu bir şey varmış gibi gözüküyor da, doğrudan bireysel kayıplar yaşıyor insanlar bu çerçevede. Kayıp yaşama olasılıklarını düşünüyorlar.

Marjinalize edilmiş popülasyonlar var toplumun içinde. Bu bir eşitsizliğe yol açıyor, bunu kabul edelim. Bütün bu yapının içinde de gücünü korumak isteyen siyasi irade baskıyı artırıyor. Baskıyı, ayrımcılıkları derinleştirerek de artırıyor aynı zamanda. Çünkü buna, bu bölünmeye ve kutuplaşmaya ihtiyaç var. O zaman şöyle bir şey daha çıkıyor, nerede baskı daha da artıyor?

Siyasi iradenin Cumartesi Anneleri’ne yönelik uyguladığı baskıyı düşünelim. Ya da Onur Yürüyüşü’ne uyguladığı şiddeti düşünelim. Cumartesi Anneleri’nin avukatlarına bile tahammül edilemiyor. Haklarından mahrum bırakılan yas, bir anda boğulan yasa dönüşüyor. Bunlar çok iç içe kavramlar. Mesela bunu Amerika çok tartıştı son zamanlarda, onlar pandemiden sonra ekonomik krizi bizim kadar derin yaşamıyorlar, her ne kadar öyle olmadığı söylense de, bu kadar derin değil ama orada da siyahların uğradığı baskı ve ayrımcılıklar ve ortaya çıkan eşitsizlikler, boğulan yas çerçevesinde.

Irk, etnisite giriyor devreye, boğulan yas o şekile konuşuluyor. Önce haklarından mahrum bırakılmış yas devreye giriyor, sonra o yasın içerisinde boğuluyor insanlar. Buna boğulan yas deniyor.

Geçtiğimiz hafta Pınar Selek’le de Fransa’daki olayları konuştuk, bu da buna benzer bir şey, orada ezilen bir azınlık var ve çok ciddi bir şekilde şiddete maruz kalıyorlar, devlet eliyle cinayet işleniyor ve sokaklara dökülüyorlar… Boğulmuş yas dediğimiz böyle bir şey mi?

Boğulmuş yas, orada eyleme dönüşüyor. Aslında bu muhalif yas. Her açtığınız katmanın altında başka bir şeyle karşılaşıyorsunuz. Tam da bu bağlamda, Fransa’daki olaylar, bizim burada yaşadıklarımız, hepsini bir bütün olarak düşündüğümüzde boğulan yas ve haklarından mahrum bırakılan yasın kesişiminde duruyor muhalif yas. Buradan ya sindirilmişlik çıkıyor, ya da ciddi bir eylemlilik hali, belki isyan çıkıyor.

Yoğun duyguların tetiklediği bir şey bu…

Kesinlikle. Travmatik bir tetiklenme bu ve bütün bu kesişimsellikte muhalif yas çıkıyor ortaya. Aslında şimdi kategorik hale getirdik yası. Oysa bir yas dediğimizde genellikle bunları konuşmayız, yası bireyselleştiririz, acı kişiye aittir deriz ve oradan sonrasını da görmezden geliriz.

“Siyaset yasın bireyselleşmesinden fayda sağlar”

Hatta bireysel düzeyde şöyle bir şey de var, yalnızca bir ölümün ardından tutulan yası sanki daha çok görüyoruz.

Bir kişinin sevdiği birini kaybetmesinin ardından tuttuğu yas ile sınırlı kalmasını tercih eder toplum, bunu dayatır kişiye. Siyaset bundan çok faydalanır. Çünkü böyle kalmasını tercih ettiğiniz anda da yas, politik hale gelir. Yas, bireysel kalmasını tercih ettiğiniz ve bunun için çaba gösterip, bir de baskı uyguladığınızda, politik hale gelir kaçınılmaz bir biçimde. Dolayısıyla yasın bir kategorik varlığı var. Bu kategorik varlık da var olan kavramsallaştırmaya yani bireysel yasa odaklanmamıza da eleştirel yaklaşmamızı sağlıyor, bu önemli bir şey bence, çok az konuşuyoruz bunu.

Açıkçası kendi karşılaştığım kayıptan sonra ben de böyle bakıyor muydum, asla böyle bakmıyordum. Ama yıllarca bunun üzerinde çalışmaktan, okumaktan, insanlar ne yapıyor diye bakmaktan geldiğimiz nokta bu. Bütün bunları konuşabiliyor olmak, sizin de buna alan açmış olmanız çok değerli, bunları daha fazla konuşmaya ihtiyacımız var.

“Sosyopolitik kolektif yasın muhalifliğe evrilmesi gerekiyor”

Yas kültürlerin etkisiyle normatif bir şey aslında. Bir hafta sonra yapılacaklar belli, kırk gün sonra yapılacaklar belli, cenaze evinde yapılacaklar belli ama bunun dışındaki kayıpları bir şekilde onları da normatifleştiriyorsunuz. Başka kültürler var etkileşimde olduğumuz, işin içine din faktörü giriyor çünkü, o zaman da şehitlik mevzusu gündeme geliyor, bir bakıyorsunuz, muhalif yas ortadan kaldırılmış oluyor. Normatif oluyor o zaman. Muhalif yas, kolektif yas, her şeyi normatifleştirebilirsiniz ona bir kılıf hazırlayarak.

Aslında bireyselleştirdiğinizde yas aileci oluyor, ataerkil tarafları olan bir şey oluyor. Heteronormatif oluyor. Çünkü heteronormatif bakmazsanız, haklarından mahrum bırakılmış yastan söz etmeniz gerekir. Neden, LGBTİ insanların ölümü, işte insanların evcil hayvanlarını kaybetmesi. Şimdi o da çok doğru değil. “Evcil hayvanın ardından yas tutmayın, çünkü bu dünya da burası yalan, gerçek dünyaya çaba göstermemiz gerekir” diyenler var. Yani o kadar kapsamlı ki bunu konuşurken, bunlardan söz ederken bir yandan da insanlar neden bunları anlattığınızı da sorguluyorlar, niye bunu konuştuğunuzu da sorguluyorlar. Sosyopolitik yasın muhalifliğe evrilmesi gerekiyor.

Bence bu gereklilik, bunu söylemek isterim, o zaman da radikal olarak yeniden kavramsallaşması gerekiyor. Bu çok istendik bir şey değil. Çünkü yasın siyasal içeriği oluşuyor bir anda, karşınıza yasın siyasal içeriği çıkıyor. O zaman da bir eleştiri zemini yaratmış oluyorsunuz ve muhalif yasla burun buruna geliyorsunuz.

Sosyopolitik kolektif yasa dönüşen bir durumdan söz ediyoruz. O bizim, hepimizin tek tek evimizde oturup bir akşam üzüldüğümüz bir konuyu hep birlikte konuştuğumuzda, yani bu acıda ortaklaştığımızda bir şekilde bunun belli kurallara göre olması isteniyor iktidar tarafından. Çünkü dediğiniz gibi, bunun bir isyana dönüşme ihtimali var.

Öfke. Hani o aşamalardan bahsederiz ya. Çünkü bireysel kalırsa, bireysel olarak öfkelenirsiniz. Yasın aşamaları inkar, öfke, şok, depresyon ve bir süre sonra kabul aşamasından oluşan beşli bir süreçten söz ediliyor ve o zaman öfkelenirseniz, toplu biçimde öfkeye sahipsiniz. Bu çok istendik bir şey olmaz.

Kolektif yas siyasetinin faşizan boyutu

Bizim hemen kabul aşamasına geçmemiz isteniyor değil mi? Toplu olarak kabul edelim. “Böyle bir acı yaşadık, milletimizin başı sağ olsun, hadi şimdi ilerleyelim” gibi…

Burada siz kabul aşamasındaki pek çok şeyi de reddedersiniz. Çünkü şöyle bir şey var burada, kayıp yaşayan insanlar, bireysel kayıplar yaşayanlar da dahil, ben de kendi perspektifimden baktığımda, benim kaybım da bireysel mesela. Demin konuştuk, yine aynı yerden gideyim. Şaban Vatan’ın kaybı bireysel ama kaybın kabul aşaması, anlamlandırmayı içerir. Kayba anlam yüklememiz lazım ve anlamsız ölümlerle karşılaştığımızda o anlamsız ölümlerin anlamlı hale gelmesi için geride kalanlar çaba sarf ederler. O zaman bu bazen bir hak ve adalet arayışına dönüşürse anlam kazanabilir.

Cumartesi Anneleri’nin yasından söz ettiniz, bu da benzer değil mi?

Kesinlikle. Tam olarak bu kapsamda; Çorlu tren faciasının arkasından ailelerin sürdürdükleri mücadele, yakın zamanda Suruç konuşuldu, yıldönümüydü, insanların sürdürdüğü hak arama, adalet arayışı mücadelesi bizim de öyle hop diye kabul aşamasına geçemeyeceğiniz anlamına geliyor. Öyle kabul etmek kolay olmuyor. Çünkü insanlar yakınlarını, sevdiklerini öyle yataklarında uyurken ya da bir hastalık sonucunda kaybetmiyorlar. Bir adaletsizlik, bir kamusal vurdumduymazlık sonucunda kaybediyorlar. O zaman bir hak arayışı doğuyor buradan ve ancak o zaman geride kalanların acısı bir yere varıyor, dingin hale gelebiliyor. Kabul öyle ortaya çıkıyor. Dolayısıyla “ben siyaseten güçlüyüm, hadi bakalım öfkelenmeden şimdi kayıplarınızı kabul edin” demek pek olmuyor. O zaman, yas siyasetinin faşizan boyutuyla karşı karşıya gelmiş oluyoruz.

Türkiye demeyelim de, daha gerici ülkelerde diyelim! Mesela şöyle şeyler oluyor, bir felaket yaşandığında insanlar bu felaketin ahlaksızlıklardan, insanların yanlışlarından ve günahlarından kaynaklandığını söylüyorlar…

Bizim insan hatasına bakış açımızla bunu söyleyenlerin bakış açısı farklı. Günah işlediğinizde başınıza böyle şeyler geliyor dendiğinde, zaten ne hak savunuculuğu ne adalet arama peşine düşmeniz isteniyor. Şimdi tabii bu, şuna karşılık geliyor aslında, toplumsal yas. Buna ister toplu yas diyelim, ister kolektif yas diyelim. Devletin tüm mekanizmaları, tüm aktörleri ile yasa ortak olmadığı zaman kullandığı argümanlar bunlar. Kayıpların hatırlanmasına izin verilmediği zaman kullanılan argümanlar bunlar. Fakat bu noktada o kadar ayrıştırıcı bir söylem ki bu. 

Kimlerin yasını tutuyoruz, kimlerin isimleri duraklara, sokaklara veriliyor? Ve kimlerin yasını tutamıyoruz?

Makbul ölümler ve makbul yaslar var ve makbul olmayan yaslar var. Bu elbette ki haksızlık. Yani bir hakkın gaspı bu. Bunu kabul edelim. Siyasal cinayetler, devlete karşı olduğu düşünülen eylemlerde yaşanılan kayıplarda tabii ki yas sınırlaması var. Yas sınırlanıyor. Toplu anmalar terör damgasıyla yasaklanıyor. Hele hele ben bunu gönül rahatlığıyla söyleyeyim: Devletin görünür ya da görünmeyen fail olduğu kayıplarda kolektif yas iyice ayrışıyor, bunu kabul edelim.

Ben 20 yıldır bir süreç yaşıyorum aile olarak, kişisel olarak ve buna dair geldiğim noktada bunu rahatlıkla size söyleyebilirim. Dolayısıyla toplumsal bir travmadan çıkan kayıplarda, korku, dehşet, çaresizlik içindeki kitleler, hem kendileri hem de kayıpları, düşman ötekiler olarak damgalanma riski taşıyorlar. O yüzden kamusal diyelim, kolektif yas, toplumsal, toplu yas, bunların hepsi birbirine yakın. Çok küçük nüanslar var.

O zaman yasak oluyor toplu yas ve bu yasak, hem şöyle bir şeye yol açıyor, onun altını çok kalın çizmeyi çok istiyorum burada çok önemli çünkü bence, bu yasak hem tutulmasına izin verilmeyen yas ortaya koyuyor, çıkarıyor ve bu topluluk belleğinde kuşaklar boyunca da kalıcı bir biçimde aktarılıyor. Biz şunu tercih ediyoruz, yas belleği oluşturmak yerine yası tutulmayan kayıplar, belleğimiz var bizim. O zaman işte boğulan yas var demektir.

Gezi Parkı direnişleri sırasında kaybettiğimiz Ali İsmail Korkmaz’ın ismi Kadıköy’de bir parka verildi ve oraya gidip oturmayı çok severiz. Bunun bize iyi geldiğini hissediyorum. Hepimizi çok derinden yaralamış, sembol olaylardan biri haline gelmiş bir şey Ali’nin ölümü ve o parkın o sokakta olması bize iyi geliyor aslında. Kolektif yasta ihtiyacımız olan, gönlümüze biraz su serpecek olan şey bu kadarcık bir şey belki de. Sadece bunun tanınması. Aksi halde çeşitli mental rahatsızlıklarla karşılaşılabildiğini biliyoruz. Bizim bireysel olarak boğulmuş yas ile, kolektif yas ile baş edebilmek için başka neye ihtiyacımız var?

Yas bir aktivizmdir, hak savunuculuğudur. Hak savunuculuğuna hangi anda dönüşür? Bir parça bahsettik bundan. Bu söylediğiniz boyutuyla da bir halk sağlığı sorunu haline geliyor aynı zamanda. Çünkü yas süreci depresyonla çok iç içedir, bazen depresyonla karışır. Çok benzer görüntüleri var çünkü ve ben her zaman konuşurken söylerim, yas tutan kişinin kapısının eşiğinde depresyon bekler. İçeri bir adım atabilmek için bekler. Ama tabii ki yas, depresyon değildir, bazen depresyona dönüşebilir.

Tam da bu söylediğinize Vamık Hoca’nın bir vurgusu var: “İyileşmek için toplu yas tutmalıyız” diyor, işte o depresyonu yaşamamak için, toplu yas tutmalıyız. “Kayıptan Sonra Yaşam” kitabının yazarı Vamık Volkan,  toplumsal travmalar üzerinde çalışan biri ve çok önemli bir şey söylüyor, burada onu vurgulayalım: “Toplumsal travmadan sonra bizim paylaştığımız, ortak olan yasımız, komplikasyonlu olur” diyor. Yani bazı sağlıksız belirtileri olur ve toplumlarda büyük bir travma yaşandıktan sonra da paylaşılmış yeni uğraşlar ortaya çıkar. Var olan kültürel normlar değişir, travmaya verilen yanıtlar nesilden nesile aktarılır diyor Vamık Hoca. Yani aslında bir değişim yaratır. Toplumsal bir travma, kolektif yas gerektirir. Bu komplikasyonlarla ortaya çıkar ama bir değişim de getirir. Şimdi böyle baktığımız zaman bu değişimin önüne bir set çekildiğini görüyoruz. 11 ili ve 15 milyon insanı etkileyen bir deprem ve orada bir değişim yaratması gerekir bu durumun.

“Halk sağlığı için yas hizmetlerine ihtiyacımız var”

Nedir o değişim? İnsanların artık daha bilinçli, daha ahlaki yapılaşmayı sağlamaları, bunun için mücadele etmeleri. Ama bu da böyle çok kolay olacak bir şey değil. Oradaki bu travmanın, bu ölçekteki bir travmanın oradaki kültürel normları değiştirmesi beklenir literatüre baktığımızda. Ne değişti bilmiyorum. Belki bundan yıllar sonra ona dair araştırmalar yapılabilirse onlar üzerinde konuşuruz. 

Dolayısıyla burada bireysel olarak ne yapmamız gerektiğini konuşurken bile bunu politika dışında incelemek ve konuşmak, buna karşı onarıcı neler yapılabileceğini araştırmak mümkün olmuyor. Çünkü burada duyup konuşacağımız her şey bir eylem gerektiriyor. Yasa dair bir kamu politikasına ihtiyacımız var ama bu böyle olmuyor. Ne yapıyorsunuz, sela okutuyorsunuz mesela. Yas bölgesinde sela okutuyor, deprem gecesi sela okutuyor. Henüz daha insanlar cenazelerini çıkarmadan… Şimdi bu yasa dair bir kamu politikası değildir, başka bir şeydir. 

Bir sosyal adalet ve halk sağlığı perspektifine ihtiyacımız var. Yas açısından, sizin sorduğunuz bağlamda baktığım zaman orada ben şunu söyleme ihtiyacı duyuyorum; yas açısından, özellikle halk sağlığı açısından baktığımızda, yas hizmetlerine ihtiyacımız var. Her bireyin farklı terapötik, yani onarıcı hizmetlere ihtiyacı olacak.

Belki de bu aslında bu, bizim yası tanımamızı sağlayacak. Çünkü önce insan anlam arayışına girer, bir mana arar dediniz, biz şimdi ne yaşadığımızı bilmiyoruz, anlamıyoruz. Yani “2023 yılı benim için korkunçtu, depremler oldu, seçimler oldu ama yani benim için niye o kadar zor oldu, ben bunu niye anlayamadım bilmiyorum” diyebilir biri mesela belki 2-3 sene sonra. “O depremler beni çok çarptı” diyebilir. “İstanbul’da ya da Ankara’da neden bu kadar etkilendim bilmiyorum, anlamıyorum, geceleri ağlıyorum, uykularım kaçıyor” gibi söylenen insanlara siz de muhakkak şahit olmuşsunuzdur.

Tabii ki!

Önce bir bununla yüzleşip yası tanımak mı gerekiyor? Yasın 5 kapısından bahsediliyordu bir kitapta, kaybedilenlerin yası, sahip olunamayanın yası, bir de hakkın olduğu halde alamadıklarının yası…

Erişemeyecek olduğumuzun yası… Bireysel olarak da böyle, toplumsal olarak da böyle, insan hem kaybettiğinin, geçmişinin, yani hem şu anda o geçmişte kaybettiği şeyin olmayışının, hem de gelecekte yaşayamayacak haklarının, yasını tutar. Toplum için de bu geçerli.

Yas zamansız bir şey diyebiliriz o halde…

Çok çok zamansız. Dolayısıyla onarıcı hizmetlere ihtiyaç var. Siz onarıcı hizmetleri dizayn ettiğinizde insanların acısına bakıp “ben gördüm acını” demiş oluyorsunuz. Bu önemli bir mesaj. Şimdi bizde ne oldu? Bölgeye gerçekten de sağlık hizmetleri gitti. Bunun içinde psikososyal destek hizmetleri de var. Psikososyal ilk yardım adı altında gitti. Ama o kadar yıkıcı bir durumla karşı karşıyaydık ki, ilk zamanlarda insanlar yaşadıklarının ne olduğunu anlamlandıramıyorlardı dediğiniz gibi.

Yas mı? Ne oldu, savaş mı bu? Çünkü biz savaşta değiliz ama savaştan daha kötü bir yıkım oldu orada. Burnumuzun dibinde bir savaş yaşanıyor ama böyle bir yıkım yok yani. Bu kadar büyük ölçekli bir kayıp yok ve kim nerede henüz bilmiyoruz. Bazı insanlar gerçekten bulamadılar yakınlarını. Dolayısıyla siz yas hizmetlerini yapılandırdığınızda diyorsunuz ki, “senin acının farkındayım”. 

Ondan sonra işin içine farklı düzeylerde bu hizmetlere ihtiyacı olacak insanlar giriyor. Yaşlılar, kadınlar, farklı yaş gruplarındaki çocuklar. Bölgede özel gereksinimi olan bireyler. Var olan mental sağlık sorunlarıyla buna yakalanan insanlar. Bu deprem yüzünden mental sağlık sorunlarıyla karşılaşan insanlar var. Sağlık hizmetlerine sınırlı erişimi olan insanlar, yine dezavantajlı kişiler. Bakım veren insanlar var orada. Engelli, fiziksel engeli olan insanlara bakım verenler, fiziksel engelli kişiler var, yoksullar var. Göçmen, mülteci nüfus o bölgede.

Bakın bu saydığım dezavantajlılıkların hepsi deprem bölgesinde var. Ve bütün bunların yanı sıra bizim çok görmezden geldiğimiz, hadi görmezden geldiğimiz demeyeyim de, konuşmadığımız bir grup daha var. Acil, ilk müdahale ekipleri, arama kurtarma ekipleri, sağlık çalışanları. Onların yaşadığı ikincil travma etkisi var, onların yaşadıkları var. Şimdi buradan tabii ki gerçekten bunların yapılandırılmayışı da bir sosyal adalet meselesi.

Yani bu bir halk sağlığı sorunu dediğiniz gibi…

Evet, bu bir halk sağlığı ve sosyal adalet meselesi ve biz ne kadar demokratik ve sosyal adaleti önceleyen bir ülkede yaşadığınızla da bu sorunların çözülemeyişi ya da çözülmesi ilişkili bir şey. Çünkü biz yakın zamanda ekonomiyle ilişkili bir bakandan Türkiye ekonomisinin düzeltilmesi ile ilgili Maastricht kriterlerini duyduk. Ama Maastricht kriterleri Avrupa Sosyal Şartı olmadan çöp, hiçbir işe yaramıyor ve Avrupa Sosyal Şartı dezavantajlılıkları tanımlayan, bunlara dair yapılacak yasal yaşam pratiğindeki hizmetleri planlayan bir şey. Onu görmedik, iptal de ettik. Dezavantajlı grupları, kadınların yaşamını, LGBT insanların, bireylerin yaşamlarını da görmezden geliyoruz.

İstanbul Sözleşmesi’nde de yokuz…

Evet ama mültecileri almak istiyoruz, gayet iyi ama onların yaşam koşullarıyla ilgili, çünkü o da ayrı bir dezavantajlılık, gerekli düzenlemelerle ilgili ne yapıyoruz bilmiyorum.

Yine bizim güvenlik hissimize saldıran bir şey oluyor burada…

Tabii. Çünkü o zaman da şu his ortaya çıkıyor, “Burada yaşayacağıma” diyor insanlar, “başka bir ülkeye giderim”. Fakat o zaman da aidiyet yası başlıyor, göçmen olma yası başlıyor. Aslında yasın olmadığı yer yok galiba hayatımızda!

Demek ki yasla yüzleşmek ve onu toplum olarak tanımak gerekiyor. Onu ortadan kaldırmak ya da yok etmek gibi bir şey söz konusu değil. Bizim belki de içselleştirdiğimiz gibi aslında yas çok kötü bir şey değil…

Yası tanımak, öğrenmek gerek. Yas kötü bir hale de gelebilir. Çünkü yas, aynı zamanda inanılmaz derecede yalnız ve zayıflatan da bir süreç insan açısından baktığımızda.

Biraz da bu yüzden ritüelleri var, öyle değil mi, insanlar bununla başa çıkabilmek için çok eskiden beri sosyal ritüelleri icat etmişler yas tutabilmek için. Birlikte şarkı söylemenin mesela sinir sistemini yatıştırdığını duymuştum ve aslında cenazelerde ağıt yakılması ne kadar anlamlı buradan bakınca.

Bu çok kıymetli. Ama bizim kültürümüzde de insan bu kadar yanlız mı bilmiyorum. Hani gelişmiş kültürlerde daha çok yalnızlaşıyor insan. Pek çok kültürde yas, dediğiniz gibi topluluk ritüelleri ile sözlü olarak ifade edilen birtakım kollektif deneyimlerle ortaya çıkan bir şey ve geniş açıdan bakabileceğimiz bir şey. Ama ben, bizde ciddi bir yozlaşma olduğunu da söylemek isterim. Sosyal medyada özellikle kayıp yaşayanlara yönelik algım daha açık. Deprem bölgesindeki pek çok insanı da takip ediyorum. Onun dışında tek tek kayıp yaşayanlar paylaşıyorlar oradan duygu ve düşüncelerini. Örneğin bu yemek verilmesi meselesi çok tepkiyle karşılanan bir şey.

Biz o topluluk ritüellerimizi yozlaştırma konusunda da dünya markasıyız! Onu da söylemek istiyorum açıkçası. Kolektif yas bizim için acıların kabul edilmesini ve yasın duygusal zorluklarının aşılmasını destekleyen bir şey. Bunu kabul edelim. Kendimizi, acımızı ifade edecek bir alan bulduğumuzda daha iyi hissediyoruz ve acımızın kabul edildiğini algılıyoruz, insanlar o zaman bize şöyle söylemiş oluyorlar: “Acını görüyorum ve bu konuda yalnız değilsin, seni destekliyorum.” Bu mesajı veriyorsunuz. Ama işte bu ritüellerde bir sıkıntımız var. 

Yasın ifade edilmesi, kişinin yalnızlığını hafifleten bir şey ve yas, bu konuştuğumuz haliyle insanları ayırmaz, birleştiren bir şey. Çünkü ortak bir duyguyu paylaşır insanlar. Yalnız olmadıklarını, yardım, anlayış, empati için birbirlerine bakabileceklerini, destekleyebileceklerini ya da başkalarından destek alabileceklerini görürler toplu olarak yas tutulduğunda. Toplumsal yasın temeli bu, birbirimizle de bağ kurarız. Bunu yaptığımız zaman kopan bağları yeniden inşa ederiz ve güçlenebiliriz. Galiba kolektif yasın bu kendine has özelliği de korkutucu. Ayrışmanın araçsallaştığı bir yerde, toplumsal yasın bağları güçlendiren kapsamı istenmiyor. Çünkü kolektif yasın gelişmiş ülkelerde çok fazla ifadesine rastlıyoruz biz.

“Farklılıklara rağmen acımızı paylaşmalıyız”

Hani derler ya, ölenlerin kimin tarafında olduğunu sormadığın zaman işler değişiyor diye…

Toplumsal yas bu ayrıştırmanın dışına çıkmamızı sağladığında işe yarıyor. Çünkü mesela pandemi sırasında toplumsal yasın örnekleriyle çok karşılaştık dünyada. İnsanlar gece nöbetleri yaptılar, toplu mezarların başında mum ışığı saatleri yaptılar. Halka açık cenaze törenleri… Bunlar çok önemli anma eylemleri, bayrakların mesela yarıya indirilmesi…

Bizde binlerce insan öldü. Sadece bir haftalık bir yas ilan edildi. Sonra hayat herkes için akmaya devam etti. İnsanların birlikte ağlayabilecekleri, konuşabilecekleri yerler oluşturuluyor başka ülkelerde, başka toplumlarda. Çünkü pek çok duygunun aynı anda ve iç içe geçmiş yaşandığı bir şey yas; öfke var, inkar var, hayal kırıklığı var, kırılganlık var, kalp kırıklığı var.

Gelecekle ilgili endişeler dahil…

Gelecek kaygısı var. Bütün bu duyguların ifade edilebileceği, kabul edilebileceği doğrulanacağı diyeyim, kolektif yas ritüellerine gerçekten ihtiyacımız var. Bir anıt yaptık mı? Hayır. Sadece galiba kaybettiğimiz doktorların adlarının yazılı olduğu bir şey yapıldı diye hatırlıyorum. Mesela bir anıtın yapılması. Çevrimiçi ortamlar kullanılıyor, çevrimiçi alanlar, ortamlar yaratılıyor. Sanal mezarlıklar var. O kadar fazla yapılabilecek şey var ki. Bir de tabii işin içine teknoloji girdi ve şöyle başlı başına bir konu çıktı karşımıza: Yas teknolojisi diye de bir şey çıktı. İşte o daha da bir bireyselleşmenin sonucu bu. Bir yandan da kapsamı sürekli değişen ve genişleyen son derece insani bir süreç.

Aslında çok güzel bir tanım oluştu benim zihnimde bu sohbetimizde. Çok teşekkür ederim Şengül Hanım, muhalif yastan bahsettik. Yasın sosyopolitiğinden bahsettik ve bunun bireysel olduğunu konuştuk. Kolektif yas olduğunda nelerin farklı olduğundan, siyasi iktidarın bundan nasıl, ne şekilde fayda sağladığından ve nasıl aksiyon aldığından söz ettik.

Buradan bizim de hem çağrımız olsun, duyanlara, dinleyenlere. Belki STK’lar da bu konuda bir şeyler yapabilirler. Yası paylaşmak için alanlara ihtiyacımız var. Yası duymak, görmek için ve kendi yaşamımızın görülmesi için daha fazla onunla yüz yüze gelmeye ihtiyacımız var. Umuyorum ki daha bilinçleneceğiz bu konuda sizin gibi değerli insanların katkılarıyla daha iyi anlayacağız yası.

Birbiriyle aynı fikirde olmayan, aynı inancı taşımayan, birbirine asla benzemeyen insanların yası, tamamen ayrışmasının aracına dönüşmesin, bu çok yanlış olur. Acı böyle geçmez. Bütün farklılıklara rağmen acımızı birbirimizle paylaşmak, birlikte ifade etmek bizi kenetlenmeye ve kayıplarımızın üstesinden gelmeye yöneltir. Bizi güçlendirir. Bunun altını çizmiş olayım. Birbirimize sahip olduğumuzu, yalnız olmadığımızı daha iyi anladığımız ya da birbirimizi sevdiğimiz diyelim. Birbirimizi sevdiğimiz zamanları çok kalpten diliyorum. Bir arada olabildiğimiz zamanları. Çok parçalıyız çünkü.

Röportaj: Duygu İslamoğlu

İlgili Makaleler

How Gen Z students are leading transnational resistance

24 Haziran 2025

Mutlu Ülkelerin Sırrı Ne?

27 Nisan 2025

Labor’s Role in the Fight for Turkish Democracy

22 Nisan 2025

Uncanny: From Virality to Misinformation, AI Visuals on Social Media

21 Nisan 2025

Comments are closed.

© 2025 Her Hakkı Saklıdır.
  • Eşitlik

    8 Mart Dünya Kadınlar Günü Kutlu Olsun

    8 Mart 2025

    Yasaklamalara Rağmen Kadınlar Bizi Feminist Gece Yürüyüşü’ne Çağırıyor

    8 Mart 2025

    Çin’de Feminist Komedi: “Her Story” ve Kadınların Mücadelesi

    5 Ocak 2025

    Toplumsal Cinsiyet Eşitliğine Duyarsız Bütçe

    9 Aralık 2024

    Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Hareketinde Erkeklerin Rolü

    25 Kasım 2024
  • Barış ve Güvenlik

    Barış Savunucusu Jimmy Carter Hayatını Kaybetti

    30 Aralık 2024

    Nimet Nimettir!

    24 Aralık 2024

    Rahibeler, Mızıkçı Kabadayılar, Kayyımlar

    23 Aralık 2024

    Barış ve Huzur İçinde Yaşamak İstiyoruz!

    23 Aralık 2024

    Kadınlar Tepkili: Hayatlarımıza, Haklarımıza, Hayallerimize Kayyım Atayamayacaksınız!

    10 Kasım 2024
  • Siyaset

    Yerel Demokrasi İçin İş Birliği Çağrısı

    12 Ocak 2025

    Bakanlık: Kreşleri Kapatın CHP: Hodri Meydan; Gelin Kapatın

    26 Kasım 2024

    CHP Kadın Çalıştayı: Çare Eşitlikte

    25 Kasım 2024

    Trump ve Adamları

    18 Kasım 2024

    Kadınlar Tepkili: Hayatlarımıza, Haklarımıza, Hayallerimize Kayyım Atayamayacaksınız!

    10 Kasım 2024
  • Adalet

    Pınar Selek:Feminizm Olmadan Faşizmi Aşamayız

    3 Şubat 2025

    AİHM’den Fransa’ya Kınama: Seks Evlilik Yükümlülüğü Değildir

    27 Ocak 2025

    Gisèle Pelicot: Kimin Utanması Gerektiğini Dünyaya Gösteren Kadın

    24 Aralık 2024

    Narin Cinayeti Araştırma Önergesi İktidar Partileri Tarafından Reddedildi

    4 Ekim 2024

    2024 Hrant Dink Ödülleri Kadın Hakları Mücadelesine

    23 Eylül 2024
  • Emek

    Türkiye: Çalışan Kadınlar İçin En Kötü Ülke

    24 Nisan 2025

    DİSK:Greve Çıkalım. Hayatı durduralım.

    9 Mart 2025

    Yasaklamalara Rağmen Kadınlar Bizi Feminist Gece Yürüyüşü’ne Çağırıyor

    8 Mart 2025

    Polonez İşçileri Kazandı:Birleşen İşçiler Asla Yenilmez

    7 Ocak 2025

    Bedeni Hür Kadın Öğretmenler

    20 Ekim 2024
  • Kültür-Sanat

    Dünyaca Ünlü Kemancı Ayla Erduran’ın Ardından

    12 Ocak 2025

    Çin’de Feminist Komedi: “Her Story” ve Kadınların Mücadelesi

    5 Ocak 2025

    Viyana Filarmoni İlk Kez Bir Kadının Bestesine Yer Verdi

    5 Ocak 2025

    Demet Değil Mehmet Olsaydım İşim Daha Kolay Olacaktı

    9 Aralık 2024

    Oya Baydar: Hak Mücadelesiyle Geçen Bir Hayat

    2 Aralık 2024
  • Ekoloji
  • Podcast
  • English

Type above and press Enter to search. Press Esc to cancel.