Erkek şiddetine karşı sosyal medya tepkisi adalet getiriyor mu? Günümüzde kamusal alanının bir parçası olan sosyal medya platformları, geçmişte geleneksel haber kuruluşlarına atfedilen ‘yargılama ve cezalandırma gücü’nün yeni bir versiyonunu mu sunuyor? Gazeteci Ceyda Ulukaya anlatıyor.
Kadıncinayetleri.org sitesini kuran ve “Sosyal Medya Yargılaması: Ayşegül Terzi Olayı” başlıklı yüksek lisans tezi geçen yıl yayımlanan gazeteci Ceyda Ulukaya, Journo için yazdı.
Ceyda Ulukaya
Habermas’ın kahve salonlarından kitle medyasına uzanışını tarif ettiği kamusal alanın dönüş̧ümü, bugünün dünyasında birbiriyle bağlantılı, dinamik ve çeşitli mikro kamusal alanların bir aradalığına işaret eden karmaşık bir medya ortamına denk geliyor. 2000’li yılların ilk yarısından itibaren hayatımıza giren ve hızla yaygınlık kazanan sosyal medya platformları da bu parçalı kamusal alanın etkili araçlarından biri.
İletişimin, bilgi alışverişinin yanı sıra bağış toplama, ürün pazarlama, kişi/kurumları şikâyet gibi çok çeşitli amaçlarla kullanılan bu mecralar, son yıllarda özellikle belli alanlardaki adalet arayışında da bir tür eşik işlevi görüyor. Bunun yakın zamanlı en belirgin örneklerinden biri, Pınar Gültekin cinayeti üzerine yaygın bir şekilde paylaşılan #pinargultekinicinadalet etiketli sosyal medya paylaşımları oldu. Cinayeti gündemin üst sıralarına taşıyan bu paylaşımların, yetkililerin müdahil olduğu ve katil zanlısının hızla tutuklanmasıyla sonuçlanan sürece katkı sağladığına şüphe yok.
Daha önce de kayıtlara intihar olarak geçmek üzereyken sosyal medya aracılığıyla oluşan kamuoyunun da etkisiyle mahkemeye taşınan Şule Çet davasını hatırlayalım. Yaklaşık bir yıl süren davanın, faillerin ceza almasıyla sonuçlanmasını birçok kullanıcı sosyal medyayla ilişkilendirmişti:
Sosyal medya ve kadın dayanışması olmasaydı; Şule’nin katlleri aramızdaydı. #KadınlarıDeğilKatilleriDurdurun
— Şule Çet Dayanışma Platformu (@suleicinadalet) December 8, 2019
Şule Çet, Emine Bulut, Pınar Gültekin… Twitter’da hemen her gün, trend topic listesine dahil olan kadına şiddet haberine, şiddet mağdurlarının doğrudan resmi makamlara çağrısını içeren paylaşımlara ya da şiddet olayı tanıkları tarafından çekilen videolara rastlıyoruz. Bu olayların bir kısmı, gerçekten de yetkili mercilerin harekete geçmesiyle sonuçlanıyor ve kullanıcılar haklı olarak “Sosyal medya olmasa adaleti nerede arayacağız?” diye soruyor.
Medya yargılaması ne anlama geliyor?
Bu süreci anlamaya çalışırken Greer ve McLaughlin tarafından geliştirilen “medya yargılaması” kavramından faydalanmak mümkün. Bahsi geçen araştırmacılar medya yargılamasını, kişi veya kurumların medya aracılığıyla sağlanan ‘kamuoyu mahkemesi’nde yargılandığı popülist bir adalet biçimi olarak tanımlıyor.
Onlara göre özellikle tabloid ve dijital gazetecilik pratikleriyle birlikte geliştirilen bu kavram, çok güçlü ve negatif toplumsal reaksiyon yaratarak kültürel ya da siyasi gündemi yeniden belirleyebilmesinden güç alıyor. Yasalara ve ahlaki değerlere ya da kendi sorumluluklarına karşı hareket eden kamu figürlerini ya da kurumlarını ifşa etmek; suça ilişkin süren soruşturmanın sonucunu etkilemek, ceza adaleti sisteminden kurtulduğu düşünülenleri yeniden yargılamak gibi farklı ve çok boyutlu amaçları bulunabiliyor.
Bu anlamda medya yargılamasının; adaleti, talep edildiği mahkemelerden alıp medya aracılığıyla temsil edilen yurttaşlara vermesi dolayısıyla demokratik bir potansiyel taşıdığı ifade edilse de madalyonun bir de diğer yüzü var: Ceza adaletine ilişkin kararların belirlenmesi sürecinde kamuoyu belirleyici bir rol oynamalı mı?
Kadına şiddet davaları nasıl haberleştirilmeli?
Bu soru, birçok hukukçuyu bugün dahi iki karşıt kampa ayıracak denli güncel, ama bir o kadar eski bir tartışmanın merkezinde yer alıyor.
Ceza politikalarının sertleştirilmesi, çoğunlukla halkın talebinin bu yönde olduğu argümanına dayandırılsa da halkın yargı süreçleri ve ceza adaleti sistemine dair bilgisinin sınırlılığı bugüne dek birçok araştırmanın konusu oldu. Ayrıca halkın belli bir konuda doğru bilgilendirilmemesi ya da bir gruba karşı düşmanca duygular beslemesi durumunda korku ya da endişelerinin ceza politikalarına yön vermesinin de hiç adil bir tablo sunmayacağı açık.
Cezai popülizm (penal populism) nedir?
Bu görüşü destekleyecek şekilde, halkın yargılama süreçleri konusunda derinlikli bilgi sahibi olmadığı, hatta bilgisinin medyayla sınırlı olduğunu gösteren birçok araştırma da mevcut. Buna, medyanın doğası gereği suç haberlerine olan özel ilgisi ve yaygın biçimde yer vermesi nedeniyle suçla ilgili daha abartılı bir tablo çizdiği, böylece ceza adaleti sisteminin başarısız olarak algılanmasına yol açtığı eleştirisini de eklemek gerek.
Bunun sonucu olarak, toplum genelinde infial uyandıran olaylar karşısında kamuoyunun “cezanın sertleştirilmesi” yönünde görüş bildirmesi kolaylaşabilecek, bu durum da politikacıların verili gerçekliğe dayalı önleyici politikalar üretmek yerine kamuoyunun daha sert cezalar talep ettiğine yönelik varsayımı tatmine yönelmesiyle sonuçlanacaktır. Tam da bu noktada Türkiye’de çeşitli vesilelerle gündeme gelen idam tartışmalarını akla getirmekte fayda var.
Araştırmacıların “cezai popülizm” (penal populism) olarak tanımladığı bu durumun, sosyal medya çağında daha belirgin bir görünüm aldığı söylenebilir. Bu anlamda, doğrudan tartışmaya katılımı mümkün kılan sosyal medya platformları aracılığıyla kullanıcıların, daha önce medya kurumları aracılığıyla ve gazeteciler eliyle yönetilen medya yargılamasının yeni bir versiyonunu üretebilme kapasitesinden bahsedebilir miyiz?
Batı medyası nasıl yargılıyor? Sarah Payne ve Madeleine McCann örnekleri
Medya yargılaması, şüphesiz her suç olayında devreye giren bir mekanizma değil. Suç olayları, doğası gereği haber değeri taşımakla birlikte toplum genelinde infial yaratabilmesi aslında belli bileşenlerin bir araya gelmesiyle mümkün oluyor. 2000 yılında İngiltere’de bir pedofil tarafından kaçırılıp öldürülen sekiz yaşındaki Sarah Payne olayı üzerine bu ülkede başlatılan medya kampanyası sonucu “Sarah Yasası” olarak bilinen ve ailelere, çocuklarıyla irtibatı olan kişilerin pedofili kaydı olup olmadığını öğrenme hakkı tanıyan düzenlemenin yürürlüğe girmesi medya yargılamasına bir örnek kabul ediliyor.
Yine 2007’de İngiliz bir ailenin Portekiz tatili sırasında kaybolan üç yaşındaki kızı Madeleine McCann vakasının küresel çapta bir kampanyaya nasıl konu olduğunun incelendiği çalışma da, medya yargılamasının bileşenlerini ortaya koyması bakımından önemli bir örnek. Bu bileşenlerin en başında ise korkunç koşullarda öldürülmüş bir ideal mağdur, şüpheli ya da suçu ispatlanmış ve şeytanileştirilebilecek bir katil ile resmi kurumların problemi çözmedeki başarısızlığına dair kanıt geliyor.
Yazının devamına buradan ulaşabilirsiniz.