Kadın cinayetlerinin sayısındaki artış, Türkiye’de mevcut yasaların varlığının kadın cinayetlerini azaltmadığını, gösteriyor. Kadın hakları aktivisti, avukat Hülya Gülbahar, Türkiye’de mevcut yasaların neden kadınları şiddetten koruyamadığını, çözümün mümkün olup olmadığını Ad Hoc Dergi’ye anlattı.
Türkiye’de ve dünyada kadının insan hakları konusunda ağır bir gündem var. Türkiye’de ağırlıklı olarak kadın cinayetlerini konuşuyoruz. Bunun nedeni nedir? Kadın cinayetleri şu anda Türkiye’de kadın gündemindeki en acil konu mu?
Yaşam hakkı bütün haklar içinde en öncelikli olarak savunmamız gereken konu. Yaşam hakkı son bulduğunda herhangi bir haktan söz etmek mümkün değil. Türkiye çok özel bir dönemden geçiyor. Kadın cinayetlerinin bu kadar çok olmasının nedeni bunları çok konuşuyor olmamız değil. Kadın cinayetleri azalmak yerine artıyor. Eskiden bu cinayetler uzağımızda bir yerdeydi; artık mahallemize, sokağımıza, apartmanımıza taşınmış durumda. Bu dramatik artış yüzünden Türkiye’de kadın cinayetlerini bu kadar çok konuşuyoruz. Kadına yönelik şiddet ve kadın cinayetleri konusunda bütün dünyada bir artış söz konusu. Bu artışta neoliberal ekonomi politikalarının rolü var. Sosyal devletin yıkıma uğratılmasının rolü var. Kitle iletişim araçlarının şiddeti özendiren, meşrulaştıran yayın politikalarının rolü var. Bütün bunlar evrensel olarak kadına yönelik şiddeti körükleyen ortak nedenler. Ama kadın cinayetleri İsveç’te, Norveç’te, Fransa’da yüzde 5 – 10 civarında artarken Türkiye’de yüzde 1400 civarında bir artışla karşı karşıyayız. Türkiye’de önce neden bu oranın bu kadar arttığını tartışmalıyız.
Bu artışın Türkiye’ye özgü nedenleri nedir?
Türkiye’ye özgü koşullar dediğimizde, maalesef, birinci sıraya kadın – erkek eşitliğine inanmayan devlet politikasının ilan edilmiş olmasını koymamız gerekiyor. Türkiye’de muhafazakâr siyasi ve dinî motifler kullanılarak kadınların erkeklere “hizmet” ve “itaat” etmesi gereken cins olduğunu söyleyen politikalar uygulanıyor. Maalesef Milli Eğitim Bakanlığı’nın yayınladığı 11 ve 12’nci sınıf ders kitaplarında “Kocaya itaat ibadettir” cümleleriyle kız ve erkek çocuklarının beyinleri yıkanıyor. Erkeğe hizmetin ve itaatin ibadet sayıldığı koşullarda erkekleri açıkça tanrı yerine koymuş oluyorsunuz. Bu itaat ve hizmeti sorgulayan kadınların karşılaştığı yaptırım da şiddet oluyor.
Türkiye’de kadın cinayetlerinin 2002’den beri yüzde 1400 oranında artmış olmasının nedenleri arasında birinci sırada kadınlarla erkeklerin eşit olmadığını her alanda ve her düzeyde propaganda eden ve bütün politikalarını bunun üzerine koyan iktidarın felsefesi yatıyor. Eşitsizlik propagandası anaokullarından başlayarak toplumun her yerinde yaygınlaşmış durumda.
İkinci olarak, artan milliyetçilik, silahlanma, göç, işsizlik gibi Türkiye’de derin bir kriz halinde yaşanan faktörler de kadına yönelik şiddetin artmasında rol oynuyor. Militarizm ve milliyetçilik kadına karşı şiddetin artışında önemli faktörler. Onun için hem Türkiye’ye özgü hem de dünya açısından geçerli olan koşulları tartışıp, bunların içerisinden bir çözüm üretmek gerekiyor. Türkiye’de yapılan ise sadece seyretmek de değil, kadın cinayetlerinin altyapısını oluşturan kışkırtıcı politikalar uygulamak. Çocuk doğurmamış kadını yarım kadın olarak görmek mesela.
Beşinci yüzyılda yaşamış Konfüçyus’un bir sözü var, “Kadınlar çocukluklarında babalarına, evlendiklerinde kocalarına, yaşlandıklarında oğullarına hizmet ve itaat etmek zorundadır” diyor. İşte iki sihirli kelime. Bu sözü hep eski bir örnek olarak kullanırdım. Şimdi bu söz, 21’inci yüzyılda, Türkiye’de ders kitaplarına girdi. Kadına karşı şiddeti anlamak için bu hizmet ve itaat meselesine bakmalıyız.
İtaat ve hizmet beklentisi de belli ki bir psikolojik şiddete evriliyor.
Ataerkillik, cinsiyetçilik, erkek egemenliği dediğimiz de bu, bir cinsin doğduğu andan öldüğü âna kadar diğer cinse hizmet ve itaat etme yükümlülüğü. Hatta bu Arap “Baharı” denen dalga sırasında bir fetvayla kocalara, ölen karılarıyla altı saat “veda seksi” hakkı verildi. O dönemde çok tartışıldı. Bu fetvayla dolayısıyla, kadınların erkeğe doğduklarında başlayıp öldüklerinde bitecek hizmete, öldükten sonra bir altı saat daha eklenmiş oldu!
Kadına karşı şiddet söz konusu olduğunda o şiddete karşı, yapmayın, etmeyin, yazıktır, kıymayın, günah gibi tepkilerin kadına karşı şiddeti azaltmak konusunda hiçbir etkisi yok. Tam tersine kadınları korunması gereken, zayıf, güçsüz bir cins olarak kodladığı için psikolojik bir şiddet.
Erkeklerin kendilerine dönüp hayatlarındaki kadınlardan ne kadar hizmet, ne kadar itaat beklediğini sorgulamaları gerekiyor. Bütün kadınların da kendilerine neden tüm hayatlarını erkeklere hizmet ederek geçirmek durumunda olduklarını sormaları gerekiyor. Zaten bugün kadına karşı şiddet ya da kadın cinayetleri haberlerine baktığımızda hepsinin gerekçesinde kadının ya itaatsizlik ettiği ya da hizmette kusur ettiği iddiası var. Tahrik indiriminden yararlanmak için kalkıp “tayt giyme dedim, giydi, öldürdüm” diyor, itaatsizlik bu çünkü. Yani gerekçe olarak bu hizmette kusur ve itaatsizliği gösterdiğinde yargı, sistem, hukuk seni anlayışla karşılıyor.
Medeni Kanun’da kadının erkeğe hizmeti ve itaatiyle ilgili bir madde yok, değil mi?
1 Ocak 2002 tarihinden itibaren aile içi yükümlülükler, Türkiye’de yürürlükteki Medeni Kanun’a göre her iki eş tarafından ortak paylaşılmalı. Bu kanunla ailede kadın işi, erkek işi diye bir kavram kalmadı. Önce Anayasanın 41. Maddesine ek yapıldı. “Aile Türk toplumunun temelidir” cümlesine, “ailenin eşler arasında eşitlik ilkesine dayalı olduğu” yazıldı, ardından 1 Ocak 2002’de yürürlüğe giren yeni Türk Medeni Kanunu’nda “Herkes ailenin ihtiyaçları için ister emek gücüyle ister mal varlığı gücüyle eşit bir şekilde katkıda bulunur” dendi. Dolayısıyla Türk Medeni Kanunu’nda ev artık eski Medeni Kanun’dan farklı olarak -eski Medeni Kanun’a göre ev işlerinden kadın sorumluydu ve Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilene kadar kadının ev dışında çalışması kocanın iznine bağlıydı- bütünüyle “aile içinde eşitlik” ilkesi yer alıyor. Ama maalesef Kanun’da yazan bu madde Türkiye’de muhafazakâr çevrelerin ağır saldırısı altında. Herhangi bir kadın cinayetini kazıdığınızda arkasında itaate ilişkin bu gerekçeleri göreceksiniz: Yemek yapmadı, yemeğin tuzunu az koydu gibi “hizmet kusurları” ya da erkeğin yatakta reddi gibi gerekçeler. Daha geçenlerde, Ege’de bir gazetede, gece eve alkollü gelen adamın “birtakım isteklerde” bulunduğu ve kadını bunları kabul etmediği için öldürdüğü yer aldı. 1 Haziran 2005 yılından itibaren Türkiye’de evlilik içi tecavüz suç. Evlilik, erkeklere kadınlara tecavüz etme hakkı vermiyor. Ama maalesef yargı sistemi de bunu tahrik unsuru sayıp cezalarda “haksız tahrik indirimi” yapabiliyor.
Söylemek istediğim şu: Erkekler kadınlara karşı suç işlediklerinde o suçun cezasından kurtulabilmek ya da cezayı indirebilmek için kadının “hizmet ve itaatte kusurlu davrandığını” ispat, hatta iddia ettikleri anda sistemin kendilerini anlayışla karşılayacağını biliyorlar. Türkiye’de kadınların bile maalesef önemli bir bölümü itaatsizlik eden kadının cezalandırılması gerektiğini düşünüyor.
İstenen şey, cinsiyetçilerin, sistemin arzu ettiği bu: Kadınların sorgusuz sualsiz, itirazsız biçimde erkeklere hizmet ve itaat etmesi. Geçtiğimiz günlerde Diyanet’in bir sosyal medya kampanyası vardı. Evde cep telefonuna gömülen bir erkek, kendisine kek ve çay servisi yapan bir kadın, erkeğin bu hizmeti umursamaması ama kadının erkeğe tek bir söz söylemeyip, telefondan erkeğe “benimle ilgilen” diye mesaj göndermesini anlatıyordu. Hizmet eden ve itaat eden, ses çıkartmayan kadın modelini topluma anlatan bir sosyal medya kampanyasıydı bu. Yediden 70’e bütün topluma bu propaganda yapılıyor.
Şiddetin artışında erkeklerin bu şekilde kışkırtılması çok önemli bir rol oynuyor. Şu anda sistem kadınların boşanma hakkının sınırlanması üzerine kurulu. Aileyi sürdürme görevi, her koşulda, kadınların üzerine yıkılıyor, şiddete maruz kalıyor olsa bile dişini sıkıp aileyi sürdürmesi bekleniyor. Türkiye’deki sistem erkeğin hiçbir ekonomik ya da toplumsal bedel ödemeden kadını kolayca boşamasını sağlayacak şekilde dönüştürülürken, erkek istemedikçe kadına boşanma ve yeni bir aile kurma hakkı tanımak istemiyor.
Erkekler kadınları neden öldürüyor?
Kadınların direnmesi itaatsizlik olarak algılandığı için kadınlar direniyor. Sistem “erkek boşanmak istemediği sürece kadın boşanamaz” demek üzerine kurulu. Zaten kadın cinayetlerinin yarıya yakını boşanmak ya da sevgilisinden ayrılmak isteyen kadınların başına geliyor. Kadınlar gerçekten bunu biliyorlar, basında yer alan haberlerden kadınlar şu bilgiye sahipler: Boşanmak istedikleri takdirde ölümle tehdit ediliyorlar, ölümle tehdit edilen kadınların bir bölümünün de öldürüldüğünü her gün gazetelerden, televizyondan, medyadan takip ediyorlar.
Bir arkadaşımızın olayında, adam karısını öldürmeden önce, kadın cinayeti haberini buzdolabının üzerine asmıştı, seni de böyle yapacağım diye, sonra kadını öldürdü. Ama buna rağmen kadınlar özgür yaşamak, istemedikleri bir ilişkiye zorlanmamak hakkından vazgeçmiyorlar. Boşanma hakkını kullanmak istedikleri, istemedikleri biriyle evlenmemek istedikleri ya da istedikleri biriyle evlenmek istedikleri için öldürülüyor kadınlar. Bunlar hep otorite sayılan babaya, kocaya itaatsizlik olarak algılanan cinayet nedenleri.
Böyle bir süreçte hayatı tehlikede olan kadınlar ne yapıyorlar? Yardım istiyorlar mı? İstiyorlarsa kimden yardım istiyorlar?
Hacettepe Üniversitesi ile Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü’nün yaptığı bir araştırmaya göre Türkiye’de şiddet gören kadınların yüzde 92’si hiçbir yere başvurmuyor. Yaşadığı şiddeti kimseye anlatamayan kadınların oranı yüzde 48,5. Çünkü gizliyor. Ailesiyle de belli bir noktadan sonra paylaşıyor. İlk aşamada aileyle bile paylaşılmıyor. Özellikle sosyal statü arttıkça, şiddete maruz kalmanın statü kaybına neden olacağı düşünüldüğü için, o kesimlerde daha fazla aile içinde kalıyor.
Türkiye’de yapılan en büyük yanlışlardan biri sonuçlara odaklanmak bence. Çocuk istismara maruz kaldıktan sonra, tecavüze uğradıktan sonra, kadın öldükten sonra elbette yapılması gerekenler var. Ama en başından, önleyici politikalar uygulayarak başlamak gerekiyor. Kadına karşı şiddet, İstanbul Sözleşmesi’nin de net bir şekilde vurguladığı gibi, kadınlarla erkekler arasındaki tarihsel, toplumsal, ekonomik, politik güç eşitsizliğinden kaynaklanıyor. Şiddetle mücadele etmek istiyorsanız eşitliği sağlamanız gerekiyor. Eşitliği sağladıkça şiddet azalır. Türkiye’de kadına yönelik şiddetin artmasının ana nedenlerinden biri eşitliği sağlamak bir yana, eşitsizliği meşru hale getirip hayatın her alanına yaygınlaştırmaya çalışmaktan kaynaklanıyor. Türkiye eşitsizlik politikalarının kadına karşı şiddeti nasıl artırdığını gözlemek açısından bir laboratuvar işlevi görüyor.
Antropologların yaptıkları araştırmalar kadının toplumsal statüsünün erkeklerle eşit olduğu topluluklarda kadına karşı şiddet vakalarının olmadığını ya da minimum düzeyde olduğunu, minimum düzeyde olduğu durumlarda da genellikle dışarıdan gelen tehditler olarak yaşandığını ortaya koyuyor. İstanbul Sözleşmesi’ne karşı çıkanların ileri sürdükleri görüşler ne olursa olsun, aslında asıl itirazları sözleşmenin ruhuna, aslında kadın erkek eşitliğinin sağlanmasına yaptığı vurguya. Türkiye’de yaşadığımız dramatik tablonun nedeni de bu. Eşitsizliği propaganda edip yaygınlaştırdığınız zaman şiddeti körüklemiş olursunuz. Öncelikle kadın erkek eşitliğinin bir devlet politikası olarak devletin bütün faaliyetlerinde birincil öncelik haline getirilmesi lazım ve bu eşitliği sağlayıncaya kadar da kadınlara pozitif ayrımcılık uygulanması gerekiyor.
Pozitif ayrımcılık halihazırda yaygın söylemin bir parçası. Etkili mi sizce?
Pozitif ayrımcılık, maalesef, içeriği boşaltılarak, çarpıtılarak topluma yansıtılmaya çalışılıyor. Kadınlara pembe otobüs, pembe taksi, kadınlara özel plaj, karma eğitime son verip kız ve erkek okulları açılması gibi haremlik – selamlık uygulamaların tümü kadınlara karşı negatif ayrımcılıktır. Bunlar bize pozitif ayrımcılıkmış gibi sunulmaya çalışılıyor. Oysa pozitif ayrımcılık, erkeklerle kadınlar arasında var olan ekonomik ve toplumsal uçurumu kapatmak için o uçurum kapanıncaya kadar kadınlar için dezavantajlı sayıldıkları konularda özel önlem alınması anlamına geliyor. Örneğin istihdamda eşitsizlik varsa, eşitlik sağlanıncaya kadar, Portekiz’de, İspanya’da, birçok ülkede yapıldığı gibi uygulanır. Birçok ülkede açık olan beş işten üçüne ya da dördüne kadınları alarak pozitif ayrımcılık uygulandı biliyorsunuz. Oysa Türkiye’de bir bakanlık 2010 yılında Resmî Gazete’ye ilan vererek pozitif ayrımcılık uygulayacaklarını ve yüzde 30 oranında kadın işe alacaklarını söylemişti. Bu örnekte devlet ayrımcılık yaptığını Resmî Gazete’de yayımlamış: Yüzde 30. İstihdamda kadınlarla erkeklerin eşit olmadığı koşullarda yüzde 50’nin altında kadın istihdam edeceğini söylemek zaten kadınlara karşı ayrımcılık yapmak anlamına gelir. Pozitif ayrımcılık yapmak için yüzde 70, yüzde 80 oranında kadın istihdam edeceğini söylemek gerekiyordu.
Pozitif ayrımcılığın uygulanmadığı koşullarda fırsat eşitliğinden söz etmek, kaplumbağa ile tavşanı yarıştırıp kaplumbağanın kazanmasını beklemek gibi bir şey. Fırsat eşitliği belli bir süre pozitif ayrımcılıkla uygulanarak, “geçici özel önlem” deniyor buna, “geçici” yani eşitlik sağlanıncaya kadar özel önlem almak gerekiyor. Pozitif ayrımcılık eşitlik sağlanıncaya kadar özel önlemleri alıp eşitlik sağlandıktan sonra sona erip yerine fırsat eşitliğinin sağlanmasıdır. Önce, eşitlik uygulamaları ve propagandasının yapılması gerekiyor.
Söyleşinin devamını buradan okuyabilirsiniz.