Close Menu
  • Eşitlik
  • Barış ve Güvenlik
  • Siyaset
  • Adalet
  • Emek
  • Kültür-Sanat
  • Ekoloji
  • Bülten Üyeliği
  • Podcast
  • english
Facebook X (Twitter) Instagram YouTube TikTok Telegram
Hakkımızda
SES Eşitlik, Adalet, Kadın Platformu
Facebook X (Twitter) Instagram YouTube TikTok Telegram
  • Eşitlik

    8 Mart Dünya Kadınlar Günü Kutlu Olsun

    8 Mart 2025

    Yasaklamalara Rağmen Kadınlar Bizi Feminist Gece Yürüyüşü’ne Çağırıyor

    8 Mart 2025

    Çin’de Feminist Komedi: “Her Story” ve Kadınların Mücadelesi

    5 Ocak 2025

    Toplumsal Cinsiyet Eşitliğine Duyarsız Bütçe

    9 Aralık 2024

    Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Hareketinde Erkeklerin Rolü

    25 Kasım 2024
  • Barış ve Güvenlik

    Barış Savunucusu Jimmy Carter Hayatını Kaybetti

    30 Aralık 2024

    Nimet Nimettir!

    24 Aralık 2024

    Rahibeler, Mızıkçı Kabadayılar, Kayyımlar

    23 Aralık 2024

    Barış ve Huzur İçinde Yaşamak İstiyoruz!

    23 Aralık 2024

    Kadınlar Tepkili: Hayatlarımıza, Haklarımıza, Hayallerimize Kayyım Atayamayacaksınız!

    10 Kasım 2024
  • Siyaset

    Yerel Demokrasi İçin İş Birliği Çağrısı

    12 Ocak 2025

    Bakanlık: Kreşleri Kapatın CHP: Hodri Meydan; Gelin Kapatın

    26 Kasım 2024

    CHP Kadın Çalıştayı: Çare Eşitlikte

    25 Kasım 2024

    Trump ve Adamları

    18 Kasım 2024

    Kadınlar Tepkili: Hayatlarımıza, Haklarımıza, Hayallerimize Kayyım Atayamayacaksınız!

    10 Kasım 2024
  • Adalet

    Pınar Selek:Feminizm Olmadan Faşizmi Aşamayız

    3 Şubat 2025

    AİHM’den Fransa’ya Kınama: Seks Evlilik Yükümlülüğü Değildir

    27 Ocak 2025

    Gisèle Pelicot: Kimin Utanması Gerektiğini Dünyaya Gösteren Kadın

    24 Aralık 2024

    Narin Cinayeti Araştırma Önergesi İktidar Partileri Tarafından Reddedildi

    4 Ekim 2024

    2024 Hrant Dink Ödülleri Kadın Hakları Mücadelesine

    23 Eylül 2024
  • Emek

    Türkiye: Çalışan Kadınlar İçin En Kötü Ülke

    24 Nisan 2025

    DİSK:Greve Çıkalım. Hayatı durduralım.

    9 Mart 2025

    Yasaklamalara Rağmen Kadınlar Bizi Feminist Gece Yürüyüşü’ne Çağırıyor

    8 Mart 2025

    Polonez İşçileri Kazandı:Birleşen İşçiler Asla Yenilmez

    7 Ocak 2025

    Bedeni Hür Kadın Öğretmenler

    20 Ekim 2024
  • Kültür-Sanat

    Dünyaca Ünlü Kemancı Ayla Erduran’ın Ardından

    12 Ocak 2025

    Çin’de Feminist Komedi: “Her Story” ve Kadınların Mücadelesi

    5 Ocak 2025

    Viyana Filarmoni İlk Kez Bir Kadının Bestesine Yer Verdi

    5 Ocak 2025

    Demet Değil Mehmet Olsaydım İşim Daha Kolay Olacaktı

    9 Aralık 2024

    Oya Baydar: Hak Mücadelesiyle Geçen Bir Hayat

    2 Aralık 2024
  • Ekoloji
  • Podcast
  • English
Hakkımızda
SES Eşitlik, Adalet, Kadın Platformu

8 Mart 2021’de Kadın İçin Toplumsal Bakış Açısı Hâlâ Belirleyici

12 Mart 2021 Dayanışma
Facebook Twitter WhatsApp Email

Prof. Dr. Nazire Akbulut, 20 ile 65 yaş arası altmış kadınla yaptığı görüşmelere dayanarak, bugün kadınların yaşadığı en güncel sorunlar üzerine yazdı.

Prof. Dr. Nazire Akbulut

Erken emeklilik kararı ile meslek hayatından uzaklaşıp pandemi nedeniyle de toplumla iletişimimiz sınırlanınca dış dünyada olup bitenlerle bağımız kesildi. Televizyon kanallarında tanık olduğumuz sorunları ise kurgu gibi algılayıp kısa sürede unutuyoruz. Sosyal medyayı sınırlı ama düzenli kullanmak yetmiyor, çünkü farklı kanallardan iletilen bilgi kirliliğine karşı da rezerv uyguluyoruz. Yaşamımız, Marlen Haushofer’in Duvar[1] adlı romanında olduğu gibi bir fanusta, görünmez bir cam duvarın zorunlu kıldığı iki yönlü bir izolasyon durumunda. Bizden habersiz döngüsünde seyreden dış dünyadan haberdar olabilmek için, bu kapalılığın neden olduğu bireysel deneyim yoksunluğunu ve toplumsal yaşama yabancılaşmayı kırmanın yollarını arıyoruz. Özellikle 8 Mart yaklaşırken ve İstanbul Sözleşmesi siyasi pazarlık konusu yapılırken dışarıda neler oluyor bilmek gerek.

Kendi olanaklarım içinde katkı sunabilmek için telefonumda numarası kayıtlı 20 ile 65 yaş arası altmış kadına 12 Şubat 2021 günü bir soru yönelttim: “Sence/Sizce kadınların en güncel sorunu nedir? 8 Mart için yazı hazırlıyorum. Fikir edinmek istiyorum.”

Sorumu yönelttiğim dört gün içinde içtenlikle yanıt veren değerli kadınlar; siyasi görüşleri, yaşam standartları, gelir ve eğitim düzeyleri, meslekleri, yaşadıkları iller, medeni halleri ve yaş aralığı açısından oldukça geniş bir yelpaze oluşturuyorlar. Soruma verilen samimi yanıtlar o denli yüreğe dokunan satırlar ki onlardan okurları mahrum bırakmamak üzere elinizdeki yazıda oldukça çok alıntıya başvuruldu. Bu bağlamda bilimsel kaynaklar yerine, bir kum tanesi kadar da olsa, yaşamdan deneyimlere başvurulmuş oldu. Makalenin ham maddesi kadın olunca, kadın haklarına katkı sunan ve kadın haklarını savunan çok değerli erkekler biraz ihmal edildi. Başta yazıma katkı sunan kadınlar olmak üzere kendi için kadınların 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nü kutluyor, yaşama barış katan erkeklere de teşekkür ediyorum.

“Güncel sorun kadın olmak kısacası….”

Simone de Beauvoir’in İkinci Cins adlı eserinde ifade ettiği gibi “Kadın doğulmaz, kadın olunur!”. Araştırmalar bu tezi, ‘erkek doğulmaz erkek olunur’ şeklinde uyarlamışlar. 1990’lı yılların sinema filmleri üzerine bir makale yazan Ahmet Oktan, toplumsallaşma sürecinde iki cinsin hangi duygularla şartlandırıldıklarını belirtiyor:

“[…] Türk toplumu gibi ataerkil toplumlarda, toplumsallaşma sürecinde çoğunlukla, kız çocuklarına duygusal, anlayışlı, hoşgörülü gibi nitelikler atfedilirken, erkek çocukların sert, kavgacı, hırslı, bağımsız bir kişilik kazanması için çaba harcanmaktadır. Çocukluktan itibaren bireylere giydirilen bu kimlikler aracılığıyla, erkeğin eyleyen bir özne, kadının ise değerin taşıyıcısı/nesnesi olduğu ataerkil toplumsal cinsiyet rejimi (Mulvey 1993: 43) yeniden üretilerek varlığını korumaktadır.” (Oktan 2008: 152)

Oktan’a ve erkek araştırmacılara göre, toplumun ‘erkeklik’ mühendisliği, “bir kimliğin başka bir kimliği değil, bir kimliğin bir benliği ezmesidir” (Atay 2004: 22, akt. Oktan, age: 152). Yapılan benzetme bir an Rakel Dink’in eşine veda konuşmasını çağrıştırdı. Ne diyordu orada yaslı kadın: “Bir bebekten bir katil yaratan karanlığı sorgulamadan hiçbir şey yapılamaz kardeşlerim”. Elinizdeki yazıda, her iki cinse yapılan sosyalizasyon-kötülük-sürecindeki o ‘karanlığı’ sorgulayarak, yine kadınların yaşamındaki derin izlerine bakalım.

‘Kadın olma’ sürecinde, yetişmekte olan genç, çıplak bebeklik resimlerinde cinsiyetine göre kadrajın vücudun hangi bölgelerine ayarlandığını görerek büyür. Kıyafetlerindeki renk seçiminin ayrıntısı, oturma şekli, aile bireyleri ve topluma karşı sorumlulukları gibi konularda ayrı bir tutumla eğitilir. İşte toplumun annelerden beklediği bu cinsiyetçi eğitimi, çocuklarını iyi yetiştirmek üzere finans sektöründe çok genç yaşta ayrılan sanatçı ruhlu, biri erkek evlat olmak üzere iki çocuk annesi kadın eleştirir. Sorun, “her geçen gün kendilerini ayrıcalıklı ve güçlü hissetmelerini sağlayan erkek evlatlara olan ayrımcılıktır”, der (Şİ)[2]. Çocuğunun eğitiminde, kendisinin dışında bir sürecin işlediğini hisseden anne, şaşkındır. Kendini ayrıcalıklı duyumsayan erkek ise önce kız kardeşini, sonra sevgilisi veya karısını ve buna paralel de toplumdaki kadınları küçümser. Birçok kadın gibi üniversitede mali işlerde emekli bir memure de, erkeklerin kadınlara “hep değersizleştirme” duygusu hissettirdiklerini paylaşıyor (ÇE; ŞN). Toplumsal cinsiyet rollerine eleştirel bakan ebeveynlerin (Şİ’nin çocuk eğitiminde gördüğümüz gibi) çocuklarına verdiği eğitim, toplumdaki geleneksel rol modellerin varlığı ile törpülenir, geride mutsuz bir yetişkin kalır. Tıpkı otuzlu yaşlarda nişanlı bir mali müşavir genç EA’nın, çocuk yaşta empoze edilen toplumsal cinsiyetçi role ve ailede başlayan psikolojik baskıya işaret ettiği gibi:

“Kadınların en temel sorunu ehliyetli bireyler olarak görülmüyor oluşu. Hep bir veliye vasiye ihtiyaçları varmış gibi davranılıyor oluşu.

Güncel değil ama bence temel sorun. Aile içinde bastırılmış bireyler olarak yetiştirilmesi evliliklerinde ve diğer çoğu alanda dik durmalarına engel oluyor diye düşünüyorum.

Özgüven kaybı diyebilirim.”

Genç kadın haklı olarak cinsiyetçi eğitimin ailede başladığına ve psikolojik sonuçlarına işaret ediyor. Zaten çoğunlukla anne kendisi birebir rol modeli ve de Beauvoir’in betimlediği cinsiyetçi ‘kadınlığın’ ilk öğretenidir.

Kadın ve kadının ev içi emeği değersiz kılınıp, ehliyetli birey olarak görülmemesi, başta kadının kendine saygısını yitirmesine, çevresinde gerekli değeri görmemesine ve kendini sürekli kanıtlama çabasına girmesine yol açar, çünkü bir sosyal birey olarak varlığı ve yaptıklarıyla kabul görmek ister. Şaşırtıcı olan, kırk yaş üstü kadınlarda yoğun olabileceğini düşüneceğimiz bir ruh halini, kişinin özgüveninin en yüksek olduğu yirmili yaşlardaki kadınlardan duymaktır/okumaktır. Sorun, kadının “ciddiye alınmaması […] ve tabii ki bunun getirdiği güvensizlik hissi” diyor laik bir ailede yetişen, üst gelir düzeyine sahip, çok iyi bir üniversitenin görsel sanatlar mezunu ve yurt dışında çalışmış bir genç kadın olan ÖE. Deneyimlememiş olsa dahi, yaştan ve sınıftan bağımsız cinsiyete dayalı kemikleşmiş bir ötekileştirme gözlemi söz konusudur.

Bir buçuk asırdan beri kitlesel boyutta süregelen kadın mücadeleleri aslında kadınların toplumsal statülerinde ve siyasi kazanımlarında önemli mesafeler kaydetti. Elde edilen kazanımlarla birlikte, coğrafi yerleşime göre farklı boyutta etkilerini göz önünde bulundurarak değerlendirmek gerekirse, kadının kendisi ile barışması gerçekleşti. Ancak genç kadınlar kapitalist sistemin vitrini olmaktan kurtulamadı, bir ölçüde genç ve güzel kadınlar da bu imgeye çok da itiraz etmedi/edemedi. Benzer tutumu dini ve toplumsal değerlerin zaten yücelttiği annelik statüsünü almış kadında da gözlemliyoruz. Sistemin kendisinden beklediği toplumsal cinsiyet rolünü ‘başarı’ ile yerine getirmiş olmasını onaylar gibi, kadına dair kamu spotlarında, sosyolojik deneylerde ve reklam sektörü sloganlarında toplumsal cinsiyet tekrar tekrar işleniyor. İki milyona yakın görüntülenme kaydeden, ‘annenin ne kadar sayısız işi, nasıl bedavaya yaptığı, ne kadar şikayetsiz gerçekleştirdiği’ ile ilgili youtube videosunun (Atam, 2018) kadına veya anneye gerçek dönütü, geleneksel rolünü pekiştirmenin ötesinde, ne oldu bilemiyoruz. 2012 yılında bir reklam filminde de dört-beş yaşındaki bir kız çocuğu, yaşıtı erkek çocuğun babasının tek doktorluk mesleğine karşın, “Benim annem hem doktor hem aşçı hem öğretmen hem kuaför hem bekçi hem mühendis hem itfaiyeci” (Anadolu Hayat Emeklilik 2012) diye annesini, yaptığı işler doğrultusunda sayısız mesleklerle betimler.

Kadınların yetenekleri ve başarıları ev içi emekle sınırlandırılmayacak kadar çok ve önemli olduğu söz götürmez bir gerçektir. İstedikten sonra her mesleğin de üstesinden gelmektedirler:

“Bir kadının savaş uçağı pilotu olması bizi, pilot olduğu için değil kadın pilot olduğu için ne kadar şaşırtıyorsa, bu şaşkınlığın kaynağı toplumumuza yerleşen bir görüş olarak kadınların gücünün farkında olunmamasıdır” (AG ve AD).

Kadınların yaşadığı sorunları (yazıda sadece ikisi alıntılanacak) dört maddede toplayan mesleklerinde başarılı bu iki kuzenin, kadınların savaşa katkı sunmalarını istediklerini ummuyorum. Örneklerini ‘tipik’ erkek mesleği sayılan bir gruptan seçerek kadınların, en ekstrem olanı dahi başaracaklarını somutlaştırmayı amaçlamışlardır. Fakat verilen yanıta bir noktada itiraz etmek gerek. Erkekler, aslında kadınların kararlılıklarını ve önlerine koydukları hedeflere ulaşacaklarını bildikleri için, baskı dozunu artırıyorlar. Son yirmi beş yılda ataerkil yapıyı kıran ve eşbaşkanlık dâhil siyasetin her kademesinde etkin rol alan Kürt kadınlarının azmine bakmak yeterlidir. Dünyanın farklı ülkelerine baktığımızda, örneğin 2019 yılında toplu taşıma sorununa itiraz etmekle başlayan Şili’deki kadınların toplumsal eylemlerinin, polis şiddetine rağmen Las Tesis kadın sanatçı kolektifinin dans ve şarkılı performansı ile (aşağıda ayrıntılı anlatılacağı gibi), cinsiyetçi şiddeti protesto eden dünya kadınları arasında dalga dalga yayıldığını görmek gerek. Bu sanatçı kolektifi Şili’de bir kadın partisinin kurulmasına öncülük de etmiş oldu.

Yüklendikçe yükleri artan kadınların ‘benden bu kadar’ demeyi öğrenmeleri gerekir. Yoksa, birkaç yıl önce herkesin birbiriyle paylaştığı bir yazıda olduğu gibi, ev içi emek doğrultusunda anne ile sadece anlık duygusal empati kurar ve unuturuz. Edebi nitelikli bu yazıda, karı koca birlikte televizyon izlerken kadın, ‘uykum var’ deyip kalkar; erkek izlemeye devam eder. Ancak kadın yatak odasına gidene kadar, yıkanmış bulaşıkları yerlerine yerleştirmek, teldeki çamaşırları toplamak, dağılmış eşyaları düzenlemek gibi bir dizi iş yapmaktan yatağa gittiğinde eşini çoktan uyur bulur. Duygu Altınoluk’un ifadesiyle “evin operasyon müdürü” (Altınoluk 2021; Atam 2018) olan kadın, erkeğin aksine tüm o işleri yapmakta kendini sorumlu görür.

Aslında ‘evin operasyon müdürü’ benzetmesi dahi subliminal bir etki içermekte; kadına bir makam bahşediliyormuş gibi sahte bir mutluluk duygusu yaşatıyor. Evin ‘operasyon müdürü’ olan kadın kendisi meslek sahibi olduğunda ise ev içi emek için yine bir ücretli kadın yardımcıya başvurur. Ev içi emek takdir görmezken kadın, ev içi iş gücünü (daha yüzeysel bir boyutta) başka evlerde ortaya koyarak – şu dönem pandemi nedeniyle onlar da mağdur olsalar da – aile bütçesine büyük katkıda bulunur.

Yıllardır kadın çalışmalarında defaatle belirtildiği gibi, ev içinde kaldığı için görülmeyen; aile gelirinin kontrollü harcanması, alınan sebze ve meyvenin sağlıklı tüketimi, pişirip ikram edilmesi, evin temizlenmesi, çamaşırların ürün özelliğine uygun yıkanıp ütülenmesi ve en paha biçilmez olanı, tüm bunlarla aile bireylerinin sağlıklı kalmasına katkı sunmak gibi işleri kapsar. Toplumsal cinsiyet rolünü içselleştirmiş kadınlar bu rol ve görev dağılımını sorgulamadan üstlenirken kadın hakları bilincine ulaşmış genç kuşak kadınlar, toplumsal cinsiyet rolünü sorgularlar: “Bana göre kadınların en büyük sorunu bir kalıba konulması. Sen annesin, sen kadınsın, sen ev işlerini yemekleri yapmakla sorumlu tek insansın. Bu algı bence çok büyük sorun.” Özel bir şirkette çalışan bu başarılı müşteri temsilcisi ÖA, ‘anne de olurum, meslek de yaparım!’ sloganını yaşama geçirirken kendinden hangi fedakârlıklarda bulunduğunu, altmış kadının yazdıkları belgeliyor. Kadınlar bulundukları konumdan ve kendilerine yüklenilen sorumlulukların ağırlığından memnun olmadıkları için sürekli mücadele içindedirler. Değişime kararlı kadınların aksine statükodan memnun erkekler, kadınların değişim isteklerine karşı koyarlar.

Ülkemizin genç kuşaklarının sorguladığı durum, sadece kadınların toplumsal cinsiyet rolünün ev içi emek sorumluluğuyla sınırlı değil. Onlar söylem ve gereksinimleri konusunda da daha açık sözlüler. Kırk yaş üstü kadınların ‘özel günlerini’ adlandırırken dahi dilde benzetme sanatlarına baş vururken üniversiteli DC, “hijyen ürünlerinin çok pahalı” olduğundan şikayetçi, bir başka üniversite öğrencisi YE ise hijyen malzemelerini adlandırmada, edinmede ve dillendirmede gerçekçi:

“Regl olmanın 21. yyda da olsa hala bazılarınca hastalık sayılıyor olması, bunu söylerken utanılması, ped alırken utanılması bazı yerlerde siyah poşete konulması. Nerde kimle olursan ol sürekli dikkatli olmak zorunda olmak. Ne giyindiğine, kaçta dışarda olduğuna, kimle olduğuna, dolmuşta kaç kişi olduğuna, bindiğin taksinin plakasına, konuşmana her şeye dikkat etmek zorunda olmak. Hala kadınların başörtülü veya açık şeklinde kıyaslanıyor olması. Toplumu ilgilendiren büyük meselelerde, kadınların yeni yeni yer almaya başlaması, ki bazı ülkelerde ‘bayanların bile’ böyle işler yapıyor olması garip karşılanıyor hala. Şiddet, taciz, tecavüz bunları saymaya gerek yok zaten.”

Özgürlüklerine düşkün, klişelere karşı direnen bu yirmili yaşlardaki genç kadınların dile getirdiği sorunlar yumağı, otuzlu yaşlardaki bekâr kadınların sorunları ile örtüşmektedir. Özel hayatı ve kıyafeti göz hapsinde, ulaşım araçlarında güvenliği tehlikede, bir de üstüne üstlük yetenekleri sorgulanan kadınlar, kendilerini ne yazık ki hep toplumun penceresinden değerlendiriyorlar. Büyük bir kentte, otuzlu yaşlarda, tek başına yaşayan bankacı AB, ikisini YE’nin de dile getirdiği üç önemli soruna dikkat çekiyor: Özel hayatın mahremiyetinin ihlali, güvenlik ve mobbing.

“Kadın olarak Özgür değiliz; sürekli bakışlar üstümüzde. Özel hayat tercihimiz didik didik edilir; kıyafetimiz, samimiyetimiz, yaşam şeklimiz her şey en ufak bir menfaat halinde olumsuza vurulur; her türlü kötülüğün sebebi yine biz olarak görülürüz. İş hayatında itiraz etsen, bir konuya tepki göstersen çıkıntı/asi diye yaftalarlar, ötekileştirirler. İtaat eden sorgulamayan kadını severler; erkeklerde olmayan yürekliliği gösterenler onlar için çok tehlikelidir. Güvende değiliz çünkü bizi koruyacak kanunlar İstanbul Sözleşmesi uygulamaya alınmadı her gün ortalama üç Kadın öldürülüyor, cins kırıma doğru ilerliyor. Toplu taşımada sıkışıklık bahane edilir iyice yakınlaşır, taksi hiç güvenli değil her binen plakayı bir arkadaşına yollar. Bir sekiz Mart’ı bile çok görür üzerlerine gaz atarlar.”

‘Kadın kırımı’ anlamına gelen femisid’in yarattığı korku, insana özgü her türlü eylem ve söylemi belirlemeye başlamışsa genelde toplumda, özelde kadınlarda ataerkil şiddetin boyutları düşündüğümüzden ve gördüğümüzden daha büyüktür. Kadının bakışlarını yere, gülmesini sessizliğe, kıyafetini de tesettüre mahkûm eden siyasi bir görüşün hâkim olduğu bir toplumda, (evli) kadının başka erkeklerle konuşması hiç ‘vacip’ değil.

“Diğer bir problem iş yaşamında karşılaştıkları mobbingdir. Genel olarak kadınlar üzerinde baskı daha fazladır. Gerek kıyafet kısıtlamaları, gerek erkek olan iş arkadaşları ile kısıtlamak zorunda oldukları iletişimleri örnek olabilir” (AG ve AD).

Ülkemizde meslek yaşamında gerçekleşecek her hangi bir terfiinin genelde liyakatten çok insan ilişkilerine dayanması, terazinin kefesini kadın çalışanların aleyhine eşitsiz kılıyor. Fallus mit’inden yola çıkarak ve abartarak açıklayabileceğimiz gibi, erkek dünyası cinsellik üzerine kuruludur. Kadının gülmesini dahi ‘tahrik’ edici bulan ataerkil zihniyet, kadının iş gereği erkek meslektaşının yemek teklifini kabul etmesini veya herhangi bir iş bahanesi ile akşam saatinde buluşmayı, Şule Çet cinayetinde tanık olduğumuz gibi, cinsel davetin olumlu karşılanması şeklinde anlamak ister.

Yapılan istatistikler, her disiplinde/her branşta kadının mesleki yükselişlerinin önünde cam veya şeffaf tavan – glass ceiling – olduğunu ortaya koyuyor. Bu üstü örtük mobbinge dikkatimizi çeken bir başka kadın, tıp dünyasından kariyer yapmış ellili yaşlarda bir hemcinsimizdir: “…hızla aklıma gelen… eğitimde akademide iş dünyasında karşılaşılan eşitsizlik – glass ceiling-” (DB).

Kadının birey ve toplumsal varlık olarak güçlenmesi önünde erkek egemen zihniyet ve bir kadrolaşma olduğuna göre biz annelere düşen sorumluluk, her birimizin kızlarımızı, oğullarımız gibi toplumsal hayata ayaklarını sağlam basacak şekilde hazırlamaktır. Oğullarımız da hayatlarını böyle özgüvenli, kendisine saygısı kadar hayat arkadaşına da saygılı kadınlarla birleştirecekleri gerçeğini kanıksayarak yetişmeli. Ailenin verdiği eğitimin, cinsiyetçi ve eşitliğe aykırı bir temelde başlaması, başka ifadeyle ‘özgür olmama/ bağımlı olma’ durumunun evlilikte de perçinleştiğini soruma verilen yanıtlar da destekliyor. Kadınların pek çoğu; dört yıllık lisans mezunu, evli, çocuklu ve meslek sahibi kırklı yaşlardaki ŞN ve OK ile aynı görüşü paylaşıyor:

Kadınlar, “evli kalmak istemediği halde ekonomik bağımsızlığı bulunmadığından mecburen evliliğini devam ettiriyor, kimi ise ailesinde babası veya erkek kardeşlerin yaşattığı türlü baskı ve mutsuzluklara tahammül etmek zorunda kalıyor.”

Kadın sorununa yıllarını vermiş deneyimli akademisyenler ve sivil toplum örgütü aktivistleri ile mesajıma yanıt veren genç bir kadın (AÖC), yazının son bölümlerinde ayrıntılı açıklanacağı gibi; kadın özgürlüğünün, ekonomik bağımsızlık ve eğitimli olmakla sağlanacağı genel kanısını çürütüyorlar.

Umutsuzluk yok! #MeToo, #NiUnaMenos, #LasTesis ve niceleri var…

İslami referanslar doğrultusunda oluşturulan geleneklerimiz, otoriterleşen yönetim uygulamaları ile toplumu ve özellikle de kadını tam bir kıskaca aldığını göstermektedir. Erkek egemen şiddet; bireysel, toplumsal ve siyasal boyutta dozunu artırdıkça, ağır insan hakları ihlalleri içerdikçe kadınların birleşerek verdikleri tepki de o oranda güçlü olmaktadır. Örneğin, cinsel taciz mağduru bir kadın tarafından 2006 yılında ilk kez kullanılan “MeToo” (Ben de), 2017’de Hollywood’da tacizci yapımcının ilk celsede cezalandırılmamasına karşı ‘Me Too’, etiketi (hashtag) sosyal medyada sınırlar ötesi güçlü bir dayanışmanın simgesi oldu. 2015’de Arjantin’de yaşanan kadın cinayetlerine tepkiyle başlayan “Ni Una Menos” (Bir Eksilmeyeceğiz) hareketi (bkz. Schaefer, 2019) ve Şili’de 2019’da ekonomik çıkmazdan kadın hareketine evrilen “Las Tesis” dalgası gibi. Değil otoriter devlete veya siyasal erke tepki, eşine dahi itiraz edemeyen kadınlar kitlesel ve bir defayla sınırlı kalmayan kararlı eylemler ortaya koydular ve sınır ötesi destek aldılar. Yeri gelmiş iken siyasi iradenin uyguladığı cinsiyetçi şiddet ile sistematik erkek şiddetini biraz açımlayalım.

Arjantin’de 1976’da yönetime el koyan cunta, kadın ve erkek muhalifleri öldürüp cesetlerini yok eder. 1977 Nisan’ından itibaren çocuklarının akıbetini öğrenmek ve cenazelerine ulaşmak için ‘Mayo Meydanı Anneleri’ (Madres de la plaza de Mayo), sonraki yıllar Türkiye’deki faili meçhul cinayetlerle kaybedilen yakınlarını arayan “Cumartesi Anneleri” gibi, her Perşembe buluşurlar. Ni uno menos hareketi, Madres de la plaza de Mayo aktivistleri ile birleşerek güçlenmişlerdir (bkz. Schaefer, 2019). Ülkemizde ise siyasi irade odaklı kadına yönelik cinayetlere tanık olduk. Güvenlik güçleri tarafından vurulan kadınların cesetleri günlerce sokaklarda bekletildi. Sakine Cansız ve iki kadının, istihbaratın emriyle öldürüldüğü, bir açık oturumda alenen tasdiklendi. Kadınlara; tutuklamalarda çıplak arama, işkencelerde veya hapishanelerde taciz ve tecavüz kurumsallaşmış fiziki şiddetin yanı sıra düzenli psikolojik şiddet de normal uygulamalar haline gelmiştir. Örneğin, annelere evlatlarının cenazeleri ya verilmiyor veya parça parça posta ile gönderiliyor.

Tekrar dünyadaki uygulamalara baktığımızda, bir diğer kadın hareketi, Şilili kadın sanatçı kolektifi Las Tesis ile bu kolektifin, “Tecavüzcü sensin – El violador eres tú” adlı şarkılı dans performansıdır. Şili’de kadınlar, devasa bir katılımla devlet destekli erkek egemen şiddeti 25 Kasım 2019 günü, yani Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele günü, “Tecavüzcü sensin” performansı ile protesto ederler. Feminist araştırmacıların teorilerini sahneye taşımayı amaçlayan Las Tesis kollektifi (taz 2019), polis marşını erkek dili açısından incelemiş ve içeriği parodileştirmiştir. Sözlerin yanı sıra ellerini başının üstünde çapraz tutup yere çömelme figürü ile tutuklu kadınların çıplak aranmasına gönderme yapılmıştır. Bu eylemlerde, dans figürlerinin her biri ve beste kadar kola bağlanan yeşil (kürtajın serbest bırakılması) veya turuncu (laiklik talebi) fularlar da birer anlam taşımaktadır (bkz. Schaefer 2019; taz 2019; Dvorák 2020).

Yapılan tacizin gizli kalması, otoriter erkek şiddeti elinde aslında bir silahtır. Sistem odaklı veya kişi bazında, yaşatılan taciz ve tecavüzü deşifre etmek silahın namlusunu tecavüzcü faile yöneltmek demektir. Şubat 2021’de kadınların çıplak aramaya maruz kaldıklarını açıklamalarına iktidar kanadından gelen saldırıları bu açıdan değerlendirmek gerek. Yine Las Tesis’in, “Suçlusu sensin devlet/ Nerede olduğum, güldüğüm, giydiğim değil” nakarat bölümüne dönersek. “Tecavüzcü sensin” metnine, Las Tesis kolektifinin de dileği ile farklı dillere uyarlanırken yerel motifler eklenmiştir. Kadın cinayetlerinde, siyaset-medya-erkek ortaklığının dile doladığı gerekçeler tüm ülkelerde aynı olmakla birlikte Türkçe metindeki itiraz şekli, Bülent Arınç ile ifade bulan İslami referanslı kadın algısına atıftır. Almancadan Türkçeye çevirisi (NA):

“Femisid [Kadın kırımı] (Dört mısra boyunca eller başın üstünde birleştirerek çömelip                     kalkarak)
Kimsenin görmediği en kötü şiddet

Genelde kendi evi cinayet mahalli

Fakat femisid, cinayet olarak kabul edilmez //

Suçlu ben değilim (Askeri adımlar eşliğinde)

Kıyafetim de değil

Nerede olduğum da değil […].”

(Alm. ve Türk. Metnin tamamı için bkz. One Billion Rising, 2019)

Ülkemizde binlerce kadının siyasi görüşleri nedeniyle tutuklanıp çıplak aramaya zorlandığını, pek çoğunun taciz ve tecavüze uğradıklarını yabancı veya muhalif basından okuyanlar, siyasetin erkek egemen şiddetinin farkında, sessiz ama öfkeli. Ülkemizde üstü örtük yürütülen cinsiyetçi şiddetin yanı sıra kuzey batımızda ve güney doğumuzda da ayrı trajedilere tanıklık ettik. Yaşadığımız çağın soykırımlarından biri, 1995 yılında gerçekleşen Srebrenitsa Katliamı’dır. Çocuklar ve erkekler topluca öldürülürken Müslüman kadınlar Hristiyan erkeklerin tecavüzüne katlanmak zorunda kaldılar. Balkanlarda savaş bahanesine sığınılarak yaşatılan cinselliğe dayalı cinsiyetçi şiddetin yaraları hâlâ kanarken Ortadoğu coğrafyasında 2014’te İslam dini devletini kurmayı amaçlayan IŞID ortaya çıktı. Yine tüm dünyanın gözü önünde, hatta birçoğunun maddi ve manevi desteğini alan IŞID çeteleri, Ezidi erkeklerini öldürüp 6000’den fazla çocuk ve kadını kaçırdılar; bir milyon sekiz yüz bini evlerini terk edip kaçmakta çareyi buldu. Farklı milliyetten çete üyeleri, baskın yaptıkları yerleşim yerlerinden Ezidi kadınları esir ganimeti sayarak kaçırıp fiziki, psikolojik ve cinsel şiddet uygulayıp sonra köle pazarlarında defalarca satışa çıkardıklarını, kendileri videolarla dünyaya duyurdular. Erkek şiddetine maruz kalan kadınlar artık yalnız değil. Dünyanın bir ülkesinde fiziksel veya psikolojik şiddete uğrayan kadınlar için dünyanın bir başka bölgesinde dayanışma sesleri yükseliyor ve sonuç getiriyor.

“Her şeyi, herkesi idare etmeye çalışmak… Ve bunu yaparken kendini yok saymak”

Buraya kadar anlatılanlar olumsuz tablo sergilese de, umudun da varlığını örnekliyor. Yılgınlığa düşmemek gerektiğini, Evrensel.net’te 7 Şubat 2021 günü çıkan yazımda ifade ettiğim gibi kadınlar bir asır mücadele edeceklerini bilseler de, azimle amaçladıkları hedefe doğru sonuç alıncaya kadar kararlı bir şekilde yürürler ve yürüyecekler (bkz. Akbulut, 2021). Amaç, her iki cinsin birbirine karşı sorumluluğunun bilincinde, birlikte eşitliğe ve saygıya dayalı yaşama şekil vermeleridir.

Ev içi emekçi kadın, maddi ve manevi açıdan kocasına bağımlı iken çalışarak ekonomik özgürlük elde eden kadın farklı mı? Çalışan kadınları, akademisyen kadınların özelinde, meslek hayatlarına paralel yürüttükleri ‘her şeyi idare etme sorumluluğu’ ile anlatırken gerçekte göründüğü kadar ‘özgür’ olmadıklarını saptamıştım (Akbulut 2011). Bahsedilen ‘sorumlu olmayı’ bu defa soruma yanıt veren kadınların birçoğu, ya doğrudan ya da dolaylı psikolojik baskı olarak dile getiriyorlar:

“En güncel mi bilmiyorum ama kadınların farkında olmadığı en büyük sorunu ‘idare etmek’…

Her şeyi, herkesi idare etmeye çalışmak…

İdare etmekten kastim çekip çevirmeye çalışmak… Ve bunu yaparken kendini yok saymak.

Ama senin soruna yanıt şu olur. Herkesin onlardan bunu beklemesi

Kadınlardan çekip çevirmesini beklemek.”

Bu genç evli, iletişim fakültesi mezunu, ancak başka bir meslek dalında çalışan ÖE’nin ifade ettiği sorumluluk duygusunun neden olduğu ruh yorgunluğu, bir ölçüde kadın dahil herkesin bu beceriyi kadının doğal rolü olarak görmesinden kaynaklanıyor. Akademisyen Duygu Altınoluk’un tanımıyla ‘evin operasyon müdürlüğünün’ (bkz. 2021) yarattığı duygu yorgunluğunu 65 yaşında, iki çocuk annesi, ev içi emekçi AN farklı boyutta dile getiriyor:

“Kadınlar sabırlıdırlar, hoşgörülüdürler.

Mesele ben evin dengesiyim. Çocuklarla baba arasında elçi. Hastalıklarında onlara sabırla yaklaşan, onlar iyileşene kadar ilgilenirim.

Sanmam baba aynı pozisyonda olsa, aynı sabrı gösteremez. Eşitlik yok.”

Olgun yaştaki bu kadın, geleneksel cinsiyet rolünü yerine getirirken hiç de bilinçsiz değil, durumunun farkında. AN ile yakın yaşlarda bir başka ev içi emekçi kadın AA, “evdeki dengeleri yerine oturtmak hep altan almak” olarak tanımlıyor yaşadıklarını. Tıpkı çocuklarının eğitimi için genç yaşta memurluktan ayrılan elli yaşın sonlarına yaklaşmış AS’nin isyanında olduğu gibi: Kadının sorunu, “ailesi, kocası ve çocukları arasındaki sıkışmışlığıdır.” Göründüğü kadarıyla, aile içi huzuru sağlamak zorunda hisseden kadının kendisi psikolojik çıkmaza sürükleniyor. Kimi kadın, kendisi o baskıyı hemcinsleri ile aynı boyutta yaşamasa da karşı karşıya kalınan psikolojik baskıyı çok net görebiliyor. Sanatçı bir ailenin tek çocuğu olgun yaştaki işveren ÇÇ’nin, üzerinde durduğu en can alıcı sorun, toplumun ve siyasi erkin kadına uyguladığı psikolojik baskıdır:

“Bugün hep kadınların birçok durumda kendilerini savunmak zorunda kaldıklarını düşünüyordum. Evde, işte, sosyal yaşamda vs. hep sanki hatalıymışlar, olumsuzluklardan birinci derecede sorumluymuşlar hatta suçluymuşlar gibi (mesela Ayşe Buğra en güncel) kendilerini savunmak zorunda kalıyorlar, savunma ihtiyacı hissediyorlar.

Yoğun olarak bu durumu düşünüyordum, üstüne geldi bu soru.”

Türkçede bir deyim var: “Birine kırk gün akıllı de, akıllı olur; deli de, deli olur.” Kadınlar, en sade deyimle yaptıklarında, söylediklerinde ve savunduklarında eğer her hangi bir şekilde güvensizlik gösteriyorlarsa bunda ÇE’nin düşüncesiyle, “erkekler tarafından hep değersizleştirmenin” payı mutlaka büyüktür. Aslında psikolojik olarak kadından oldukça zayıf olan erkek, kendi eksikliğini örtbas etmek için, başvurduğu tek silah kaba güç. Sahip olduğu bir özelliği, baskı ve şiddet için kullanarak olumsuzlaştırır:

“Şiddet hareketleri ve tehditleri, ister ev içinde ister toplumda meydana gelsin, veya Devlet tarafından uygulanmış, yapılmış ya da göz yumulmuş olsun, kadınların hayatına korku ve güvensizliği sokar. Taciz dahil şiddet korkusu kadının hareketliliğine sürekli baskı yapar ve haklarına erişimini kısıtlar.” (IHD, 2002)

Değersizleştirme yaklaşımı, üzülerek itiraf etmek gerek ki, hemcinsler arasında da yaşanıyor; fakat burada orantısız güç söz konusu değildir. Kadının karşı karşıya kaldığı bu tür ötekileştirmeler, mahalle baskısı veya toplumsal dayatmalar, bir de kadını kültürel kıskaca alma, zamanla ya öz denetime ve güvensizliğe veya IŞID’e karşı silahlanan kadın militanlar gibi kendini savunma ile isyana neden olur. Ev içi şiddette tepki, Melek İpek olayında olduğu gibi bir karşı şiddet şeklinde gelişmiş, ama o da bu noktaya gelmek için on iki yıl beklemiş. Yönelttiğim soruya gelen yanıtlardan biri, ne yazık ki umut kırıcı. Sevdiği erkekle evli bir çocuk annesi AT’nin, arkadaşının fiziksel ve psikolojik şiddet yaşamasına tanıklık etmesi onda iz bırakmış:

“Bir arkadaşımdan yola çıkacağım, çok şiddet görüyordu işte aldatma vs. Eğitimli bir kızdı ama her şeye katlanıp kabullenmeye çalışıyordu; hatta olmamış kabul ediyordu her şeyi. Bir gün içini döktü ben ailemden çok fazla sevgi şefkat görmedim bu durumu kanıksadım diyordu. Eşinin, evliliğinin ilk yıllarında gösterdiği sevgi ona yetmiş ve bu yüzden ondan ayrılırsa yaşayamayacağını söylüyordu.”

Şiddet gören kadının, durumunu kabullenmesi veya yok sayması zamanla mutsuzluğa ve büyük depresyonlara neden olacağı gibi kendisini değersiz hissetmesine, yani özsaygısını yitirmesine de yol açacaktır. Tüm bu olumsuz duygu durumlarının, fiziksel rahatsızlıkları da tetiklediği biliniyor. Ancak durumunu sorgulayıp yaşadığı şiddete karşı çıkma bilinci geliştiren kadın, kendi ölçüsünde küçük ama önemli değişimlere imza atabilir.

“Anneliğinde, çalışmayan bir anne gibi olması beklenirken işyerinde çocuğu olmayan bir anne gibi çalışması bekleniyor.”

Ev içi emek üreten kadın ‘kocasının’ tahakkümüne katlanırken meslek sahibi kadın, buna ek olarak bir de – büyük çoğunluğu erkek olan – yöneticilerin baskısına katlanmak durumundadır. Tekstil gibi birkaç sektör hariç her türlü iş yerinde çoğunlukla çalışan erkek sayısı daha fazladır. Özellikle son yirmi yıldan beri izlenen politikalar sonucu istihdamdaki demografik yüzde kadınlar aleyhine perçinlendi. Erkek mesleği diye nitelendirilen işkolunda çalışmanın neler hissettirdiğini DD paylaşıyor: “Erkek egemen iş kollarında kendini kanıtlamak için ekstra efor sarf eden kadın, çocuklarına ayıracak kaliteli zaman bulamıyor.”

Sorunsallaştırılması gereken nokta, çoğu kadının kararlarında ve kazançlarında erkeğe bağımlı oluşlarıdır. Ekonomik ve eğitim düzeyinin, kadının bağımsızlığında temel etkenler oluşturmadığını, yöneltilen soruya verilen yanıtlar örnekliyor.

Emeklilik hakkını elde ettikten sonra işten ayrılan ve siyasi bir partiye gönüllü hizmet veren bir çocuk annesi AG‘nin birebir tanıklık ettiği durum, psikolojik şiddettir: “Ekonomik sıkıntı, sosyal etkinliklere gitmek isteyip de gidememek, eşlerinden çekinmek ve şiddet görenler”. Gelir düzeyi düşük semtlerde yapılan bu gözlemi destekleyen yanıt, sanat yönünü geliştirmiş ev içi emekçisi, orta gelirli üç çocuk annesi CY’den geldi. Kadınların güncel sorunu, “erkeğe bağımlı olmak onun izni olmadan karar verememek” diye betimliyor. Bir de gelir ve ekonomik düzeyi yüksek eğitimli bir kadının kendi yaşamından kesit var:

“Benim aklıma direk şu geldi. Evlenen ve çocuk sahibi olan kadın uzun bir süre ki aslında en verimli döneminde ev sorumlulukları ve çocuk gelişimi sürecindeki üstün ve yorucu mücadelesi yüzünden kendine zaman ayıramaması, gelişiminin durağan geçmesi uzun soluklu bu süreç kadınları mutsuz ettiği gibi verimsizleştiriyor bunu nadir şekilde atlatanlar var. Ben bile inanın yeni düzenli kitap okumaya başladım yarım kalan o kadar şey oluyor ki bana sorarsanız insan çoğu zaman öz bakımından bile vazgeçiyor. Sonrasında eşler arasında tahammülsüzlükler ve geçimsizlikler.

Bir diğer yandan çevremdeki çoğu kadının mutlaka hakarete maruz kaldığı ve bunu kabullendiğini görüyorum.

Çalışan kadının parasının tasarrufunun erkek tekiline alınması.

Güncel sorun, Kadın olmak kısacası…”

Başarılı bir avukat olan bu iki çocuklu, güzel ve bakımlı KN, müvekkillerinin sorunlarına çözüm üretip onların haklarını savunurken kendi haklarını ihmal edebiliyor. Ev içi işlerde aylıkçı kadın yardımcı çalıştırsa da, inisiyatif evin kadınındadır. Bir tek mesleğine odaklanan erkeğin aksine aynı anda birden çok sorumluluk yüklenmek durumunda kalan kadınlar, ideallerindeki ‘ben’i gerçekleştiremeyince, fedakârlık yapmak zorunda kalınca sabırları da tükenir. Erkek, ev içi sorumluluğunu paylaşmadığı gibi kadından, yaşadığı fiziksel, psikolojik ve ruhsal yorgunluğu da gizlemesini bekler. Kadın açısından erkeğin tutumu, duyarsızlık ve nankörlüktür.

Çalışan kadınların annelikleri o derece sorgulanır ki kadın, çocuk ve kariyeri arasında kalmaktansa çocuklarından yana karar kılar. Pek çok kadın, ekonomik özgürlük ve sosyal iletişim sağlayan özel sektör ve devlet memurluğu görevlerini bırakıp çocuklarının bakımına kendilerini adar. Sadece toplum değil, kadın da kendini toplumsal cinsiyet rolüne hapseder. Mesleğini sürdürenler ise uykusunu, bakımını, dostları ile ilişkilerini aksatıp çocuklarına zaman ayırmalarına rağmen, toplumun bakış açısını zamanla içselleştirir, çocukların her halükarda yaşayacakları sorunlardan kendilerine pay çıkarır; vicdan azabı duyarlar. Bunlardan biri, yönelttiğim soruyu kent-kır ayırımını unutmadan yanıtlayan otuzlu yaşlarda yüksek lisans eğitimi almış iş güvenliği uzmanı DD, “çocuk ve kariyer dengesini kurmayı” sorun yapıyor olmalı ki meslek sahibi kadınların “çocuğundan zaman çalmak” kaygısında olduklarına odaklanıyor.

Hayatının en verimli yıllarını hem sayısız öğrencilerine hem de iki çocuğuna ayırmış peyzaj mimarı ve sınıf öğretmeni PS, emekli olunca sanatçı ruhunu da keşfetti. Sevgi ve merhamet duygusunu korumayı bilmiş bu dinamik kadın, annelik ile meslek sahibi olmanın kadında yarattığı ruhsal sıkıntıyı dillendirmektedir:

“Bence kadınların en büyük sorunu doğa tarafından onlara verilmiş muhteşem, eşsiz, olağanüstü olan doğurganlık özelliğinin zamanla erkekler ve hatta hemcinsleri tarafından kendi bağımsız kimliklerinin önüne taş koyması. Yani doğuran her kadın zaten hormonal olarak bocalıyorken bir yandan çalışmak zorunda da. Ama anneliğinde, çalışmayan bir anne gibi olması beklenirken işyerinde çocuğu olmayan bir anne gibi çalışması bekleniyor. Ve maalesef işini kaybetme riski erkeklere nazaran fazla. Ve en önemlisi onun anneliğini sorgulayan kendi vicdanı ve iç sesi. Of ya yazarken bile içim acıdı biz kadınlara [üzüntü emojisi] Anneliğin sınanıp sorgulanmasının ağır yükünü hissettim.”

Aslında birey bilincine ulaşmış kadınlarda rol çatışması azalmalı, ancak sorumlulukları azalmadıkça bunu gerçekleştirmeleri zorlaşır. Sistem de kadının sorunlarını azaltmak yerine artırır. Covid-19 pandemi sürecini kötü yöneten yetkili mercilerin yarattığı sorunun bedelini meslek sahibi anneler ödüyor: “Pandemi koşullarında çocuklarına eğitim desteğinde yeterli olamama” duygusunu dile getiren yönetici konumdaki bilgisayar programcısı AG, kendi sorunundan çok çalışanlarını düşünmektedir. Aynı tutumla, “Çocuğu okula gitmediği için home office çalışamayan, ya da aktif olarak çalışmak zorunda kalıp, çare arayan, bakıcı ve ya ailelerinden destek almaya çalışan annelerde […] psikolojik yıpranma durumunun” oldukça yüksek olduğunu gözlemleyen ve onlarla empati kuran yüksek peyzaj mimarı bekar KG, evliliğe karar verip çocuk sahibi olmaya ne kadar cesaret edebilir? Kadınlardan gelen altmış yanıtın içinde pandemi sorununu doğrudan dile getiren KG’den başka bir de pandeminin adını koymadan neden olduğu durumu birebir yaşayan iki çocuk annesi akademisyen ÖA dile getiriyor:

“Malum çocuklar evde olunca sorumluluğun çoğu maalesef annelerin üzerine yükleniyor. Mutlaka çocuk sahibi olmak da gerekmiyor aslında iş yükünün artması için, evde durdukça kendi kendinize yapılacak bir sürü iş çıkarabiliyorsunuz.”

Pandemi sürecinde evden (home office) çalışan eşlerden erkek olan, çocuğun sorumluluğunu kadına yükleyip tümüyle işine odaklanabiliyor. Bu durum kadının meslekteki başarısını zorlaştırdığı gibi onu geriletiyor da. Örneğin erkek akademisyenlerin makale üretme oranı %50 artarken kadınların %20 düşmüş.

Anneler, toplumsal cinsiyet rolleri gereği büyütüp yaşama hazırladıkları evlatlarının geleceği için de kaygılanırlar. Başarılı banka yöneticisi iken emekliliğe karar veren tek çocuk annesi ÇK, sorunu “çocuklarının geleceği üzerindeki belirsizlikte” görmekte. Kadının kaygılandığı nokta, ülkenin siyasi geleceği ve buna bağlı olarak çocuğunun meslek yaşamıdır.

Ülkenin getirildiği ekonomik, siyasi ve toplumsal çıkmaz, ailelerin ve gençlerin gelecek kaygısını artırıyor. Kimi işsiz kalan erkekler de, sorunun kaynağı olan sistemi ve onun dönemsel yürütücüsü olan iktidarı sorgulaması gerekirken yaratılan ‘mutsuzluğun’ acısını kadına ödetiyor. Psikolojik ezikliğini, şiddetin her türüyle kendisinden daha zayıf kadın ve çocukta uygulayan erkekten/kocadan kurtulmanın çözümünü soruma gelen yanıtlar, ‘ekonomik bağımsızlık ve çağdaş eğitimde’ görmekte. Aynı görüşte birleşen farklı yaşta ve farklı sosyo- ekonomik sınıftan kadınların aksine Türkiye’nin sayılı üniversitelerinden birinden mezun, yaratıcı bir meslek dalında çalışan otuzlu yaşlarda bekâr AÖC sorunun adını farklı koyuyor:

“Bence ‘özgürlük’, ama böyle anlamı boşaltılan hali ile değil, çok daha temelde ve her statüden, sosyo-ekonomik durumdan bağımsız kadının sorunu özgürlük bence…

‘Desinler’ ya da ‘öyle demesinler’ diye kendini durdurmak zorunda kalan kadınlar…

Okumak, çalışmak, çalışma hayatında etrafındakileri yönetmek… evlenmek istememek de özgürlük sorunu, evlenmek istediğini söyleyememek de. Çünkü hepsi ayrı ayrı yargıların konusu haline geliyor.

Kadınlar hep dışarıdakilerin onlar hakkında söyleyeceklerini umursamayacak özgürlüğü yaşayamadığından, bazen sansürleniyorlar ama bazen de otokontrolleri devreye girip kendilerini sansürlüyorlar.“

AÖC’nin dikkat çektiği, toplumun uyguladığı ve birçok alıntıda dile getirilen mahalle baskısı değil; yargılamadan durum saptaması yapan kadının sorguladığı, içselleştirilmiş sansür ve korkular (aşırı otokontrol), vazgeçemediği veya başa çıkamadığı aile bağlarıdır. Özel bir şirkette çalışarak ekonomik bağımsızlığını kazanmış, sosyal ilişkilerini koruyan AÖC’nin, ‘yapamadıklarımız’ açısından betimlediği durum, aslında yukarıda sözlerine yer verdiğim iletişim mezunu ÖE’nin anlatımındaki ‘yaptıklarımıza’ başka açıdan bakmaktır. Birlikte yaşadıklarımızı üzmemek, onlarla sorun yaşamamak ve onlara sorun yaşatmamak için kendi isteklerimizden, özlemlerimizden fedakârlık yaparak sarf ettiğimiz gayret, kendimize vurduğumuz prangalarımızdır. Siegmund Freud’un tartışılan id, ego, superego terminolojisi ile açıklamak gerekirse (McLeod, 2019): Kadın, sosyalizasyonu boyunca süperego olan ahlaki ve sosyal değerlerle o denli yükleniyor ki kendi istekleri olan id’i minimalize ediliyor ve ego, id ile süperegoyu dengelemek için kullandığı Justica terazisinin kefelerini kendi kişiliği aleyhine döndürüyor.

Yetişkin kadın, toplumun ataerkil değerlerini kendi rızası ile içselleştirmedi, fakat bağımsızlığını da ilan edemiyor. Kadınlar kendilerine sürekli toplumun aynasında bakmak zorunda kalıyorlar. Toplum ise namusu, kadınla özdeşleştirip bunu da cinsellikle bir üçayaklı denklem üzerine kurulu kimlik haline getiriyor. Kurgulanan denklem üzerine düşündüğümüzde, (yukarıda da ifade edildiği gibi) devletin veya iktidarın emriyle güvenlik güçlerinin gerçekleştirdikleri çıplak arama, taciz veya tecavüz bir kimliksizleştirme eylemidir. Erkek egemen zihniyetin kişi boyutundaki uygulayıcısı olan erkek veya koca, Mor Çatı’nın[3] Evdeki Şiddet (1996) adlı eserde açıkça ortaya koyduğu kadarıyla, kadına fiziksel şiddeti cinsel şiddetle birlikte yaşatıyor. Kadına yönelik şiddetin nedeni ‘ezilen erkek benliği’ de (Atay, 2004: 22, bkz. Oktan, 2008: 52) olabilir, ES’nin yazdığı gibi, “hazmedemeyen erkeklerin kendilerini ispatlama çabaları” da olabilir, ‘kişiliksizlik’ de olabilir. Asıl sorun, insan evladının kendisi gibi bir canlıya nasıl zarar vermek isteyecek duruma geldiğidir.

“Cinsiyet Eşitliği İzleme Derneği Yönetim Kurulu Başkanı Prof. Dr. Serpil Sancar ‘Terk edilme nedenleri kişiliksiz olmaları, alkolik olmaları, aileyi geçindirememeleri, babalık sorumluluklarını yerine getirmemeleri, şiddet uygulamaları vesaire. Dolayısıyla, ‘klasik erkeklik rollerini’ de yapamayan erkekler. Babalık, kocalık, aile geçindirme. Yani bir erkeklik krizi var aslında ortada. En geleneksel anlamda da erkek olamayan erkekler var. Kadınlar bu erkekleri terk etmeye çalışıyor’” (bkz. Şimşek 2019).

Kadının boşanma isteği, evdeki şiddetten kurtulmaktır; oysa sokak veya toplum, yağmurdan kaçarken doluya tutulmak gibi kadına benzer şiddeti yaşatmaktan geri kalmıyor. Örneğin, dini değerlere önem veren iki çocuk annesi memure CR, ev içi şiddetten bahsetmiyor; bireysel şiddetin kurumsal desteğine vurgu yapıyor:

“Kadının can güvenliği ve beden dokunulmazlığı gibi çok insani olan haklarını bile sağlayamıyoruz ülke olarak. Toplumun her kesiminde karşındakine saygı duymak yok oluyor. Bencil, anlık yaşayan, dürtüsel davranan bir topluma evriliyoruz yavaş yavaş.”

Toplumsal veya kurumsal şiddeti, ögeleri ile birlikte sıralayan bir kız çocuğu annesi rehberlik öğretmeni AAD, CR gibi sevgiye dayalı evliliğinden ötürü ev içi şiddete yabancı, bu nedenle de kurumsal şiddete odaklanmış:

“İlk sıra bence Şiddet

Toplumsal cinsiyet yaklaşımı / Namus / Evlilik yapısı / Eğitim / İş saha alanları /Adalet anlayışı

Aile, çevre, toplum baskısı… (şiddetten sonra yazdığım bu sorunlar aslında şiddetin oluşmasını sağlayan etkenlerdir).”

“Bir toplantıda, salon dolusu erkek içinde kendime güvenerek düşüncelerimi rahatlıkla savunurum ama sokakta aynı güvenle yürüyemem.”

Yönelttiğim soruya altmış kadının verdiği yanıtta ortak nokta, yeteneklerinde sınır tanımayan iki çocuk annesi yaşam koçu DF’nin kısaca özetlediği, “can güvenliği ve toplumsal dayatmalar (mahalle baskısı)”dır. Genç avukat AH, sorunun dozunu “öldürülmek” gibi tek kelime ile arttırıyor. Sevgiye dayalı evlilik yapan bir çocuk annesi, yüksek lisans yapmış bir öğretmen olan AS, şiddet gören kadınlara ve çığlıklarına kulak verirken sanki DF ile AH’nın düşüncelerini özetliyor: “Kadınlar bana göre fiziken, ruhen ve zihnen ölmeme mücadelesi veriyor. Çünkü çok kolay ölüyor, öldürülüyor kadınlar. Türkiye’de gerçek anlamada kadının hayatta kalma sorunu var.”

Çocuk veya yetişkin bir hastayı, onu hayata bağlamak için yakınları veya doktorların aylarca çırpınan insanları düşündükçe, bir insanın canına kıyanları anlamakta güçlük çekiyorum. Cinayet işleyen erkekte empati eksikliği olduğu kadar bu kişi korkaktır da. Aynı şiddetin çok azına dahi katlanamayacak zayıflıktadır. Erkek, bir birlikteliği (sevgili veya evli) istediği an sonuçlandırıyor, ama kadına bu hakkı tanımıyor. Çünkü ‘karar verme hakkı’ elinden alınmıştır. Yazdıklarından yukarıda bir kez alıntı yaptığım işletmeci ve pazarlama uzmanı AÖC, kadınların böyle bir karar verirken dahi ne kadar ayrıntılı düşündüklerini, yeni bir pencereden, ufkumuzu açarak betimliyor.

“Yanlış yapma özgürlüğümüz o kadar az ki, çünkü sonuçlar o kadar acımasız ki…

Eğitimin gerçek sorun olduğunu bu yüzden düşünmüyorum aslında, bugün kadınların kurban edildiği cinayetlere baktığında ne ekonomi, ne eğitim, ne statü bir şeyi değiştirmiyor. Bir insandan uzak durma özgürlüğüne sahip olmamak o kadınları ölüme götürüyor. Bunu anlatamamak bile yeterince özgür hissedememe sorunu.

İpin üzerinde yürüyen bir insan hareket alanını geniş tutamaz, adımlarını kontrolsüz atma hakkı olduğunu düşünmez. Bence özellikle de Türkiye’de kadınlar hep bir ipin üzerinde yürüyor. Erkeklerin ayakları yere sağlam basarken, savrulma hakları varken; kadınların hep ‘doğru’ adımları atma baskısı olacak üzerlerinde…”

AÖC’nin yazdıklarında kalın yazıyla görselleştirdiğim satırlar bıçak gibi yüreğimize işliyor. Bu bireysel bir sorundan çok müthiş bir gözlem. Bahsedilen nasıl bir ‘hata/yanlış yapma’ ki kadınları bu kadar baskılıyor. Kadına yönelik şiddetin boyutları ve onun yarattığı tedirginliği makaleyi yazdığım süre boyunca üzerimden atamadım. Yazıştığım kadınların hepsini yakından tanıdığım için içlerinde, ne yazık ki fiziksel şiddet yaşayan bir veya iki kişinin olduğunu biliyorum; psikolojik şiddetten ise hiç birinin yoksun bırakılmadıkları kesin. Kaldı ki sistem, kadınlara yönelik şiddet ortamı her gün yeniden üretiyor. Levent Gültekin’in özgün tanımıyla: “Yoksulluk giderek derinleşiyor. Derin yoksulluğun arttığı toplumlarda demokrasi, adalet ve kuvvetler ayrımı konuşulamaz hala geliyor. Toplumda derin yoksulluk yaygınlaştıkça değerler talebi o oranda düşer”, diyor (Gültekin, 18.02.2021). Anti-demokratik yapılar, toplumsal cinsiyet rollerini güçlendirir, çatışmaları artırır, ev içi şiddet ve kadın cinayetlerine zemin hazırlar. Alman Kadın Avukatlar Derneği’nden Leonie Steinl: “Failler, kadınların erkeklerden (erkek egemen bakış açısından) farklı olarak kendi değerlerine, inançlarına göre bağımsız bir hayat sürmesine izin vermiyor” değerlendirmesini yapıyor (DW, 2020). Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’nun temsilcisi Gülsüm Kav, “daha fazla kadının haklarının farkına vardığını, bu modernleşmenin geleneklerle gerilim yarattığını” anlatıyor (bkz. Şimşek 2019). Eşitlik politikaları üzerine de çalışan siyaset bilimci Serpil Sancar gibi Arjantinli psikolog Eva Giberti de kadın cinayetlerinin nedenini, güçlenen kadın hareketine karşı geri kalan erkeklerin öfkeli tepkisinde görür. Ülkemizde ‘maço’ kültür olarak bildiğimiz kimine göre itici, kimine göre sahiplenme davranışı gösteren erkeklerle sınırlandırılan ‘maçoluk’ aslında kurumsal bir şiddettir (ilk Türk sinema filmlerinin ve son yirmi yılın dizilerinin bunda payı küçümsenmeyecek boyuttadır). O nedenlidir ki Arjantin’de hep güçlü bir şekilde var olmuş kadın düşmanlığı, gerici erkeklik anlayışı ve ataerkil yapılara ‘Machismo’ deniyor (bkz. Schaefer, 2019).

Hangi ülkede kadına karşı erkeklerin böyle bireysel, kültürel ve kurumsal organizasyonu yok ki? Ne yazık ki hem tek tek ülkelerde var, hem fiber suçlar niteliğinde fuhuş ve çocuk istismarı uluslararası ağ şeklinde var. Ayrıca basın, yayın ve sosyal medya üzerinden aktarılan kadına yönelik şiddet haberleri ve ikili insan ilişkileri kadına kendini kötü hissettiriyor. Örneğin insan ilişkilerinde sevgiden başka bir yaklaşım tanımayan biyolog AZ ve sanatçı ruhlu öğrenci DCÖ’nin kendilerini “ikinci sınıf vatandaş” olarak gören hissetmeleri şaşılacak bir durum gibi gelmiyor insana. Benzer şekilde, eşitliğe dayanan bir evlilik sürdüren iki çocuk annesi AS’nin, “Ama ben gerçekten endişeli ve hiç rahat değilim”, diyerek politik gelecekten ve kadının gelecekteki statüsü hakkında kaygılar taşıması üzücü ama yadırgatıcı değil.

Nasıl rahat olabilir ki? Yaşadığı coğrafya ve yaşadığı çağ cins kırımına mahkûm edilmiş, ancak kadın mücadelesi de farklı dernekler ve örgütler şeklinde güçleniyor. Çünkü kadınlar kendilerine layık görülen toplumsal konumundan memnun olmadıklarını, bir buçuk asır boyunca verdikleri kadın mücadeleleriyle ve elde ettikleri haklarla ortaya koydular. Süreç içinde, hayata geçirilen hakların büyük çoğunluğu her kuşakta ve her toplumda daha da görünür olmaya başladı. Kadının değişim hızına ayak uydurmayan erkek egemen anlayıştaki erkekler, ellerindeki tek silah olan kaba güç ve cinsel saldırı ile yıldırma politikasına başvurdular/ başvuruyorlar. Kadınlar şiddet ve taciz karşısında yılmasa da, CC’nin çizdiği bu ruh haline bakılırsa geride bir travma bıraktığı anlaşılıyor:

“Geç vakit sokakta yalnızken, toplu taşıma da tek başımızayken hep sağ salim eve ulaşma isteği oluşuyor. Güvenli bir ülkede yaşadığımızı hissetmiyorum. Belki bir toplantıda, salon dolusu erkek içinde kendime güvenerek düşüncelerimi rahatlıkla savunurum ama sokakta aynı güvenle yürüyemem. İzlediğimiz haberlerde gördüğümüz yaptırımı olmayan suçların da etkisi büyük.”

Hem sorunu hem nedenlerinden bazılarını dile getiren bu nişanlı genç sporcu ve sanatçı ruhlu istatistikçi, ataerkil toplum düzeninde aslında hep var olan tahakküm ve şiddetin işlenen hunharca bir cinsiyetçi cinayetle boyut değiştirdiğini hissettiriyor. Özgecan-Aslan-Sendromu diyebileceğim işkence nitelikli cinayet, hafızalara ve yüreklere çöreklenmiş, gün be gün eksilmeyen kadın cinayetleri ile de pekişmiştir. Fakat Gülsüm Kav’ın yerinde tespiti ile Özgecan Aslan cinayeti aynı zamanda “toplumun çok farklı kesimlerinin kadın hakları için mücadeleye girişmesini de” tetiklemiştir (bkz. Şimşek 2019). On dokuz yaşındaki üniversite öğrencisi Özgecan Aslan cinayeti, tecavüz amaçlı gerçekleşen, çeşitli işkenceler uygulanarak katletme eylemi içeren bir vakadır. Mor Çatı çalışmasında tecavüzü, “cinselliğin değil, saldırganlığın ifadesi” olarak tanımlanıyor (1996: 117). Genç kıza yönelik cinayet, karı-koca arasında yaşanan toplumsal cinsiyet rol çatışması değil; orman kanunudur. Sistem, ataerkil hakları güçlendirip kadının erkeğe karşı şiddet kullanmasının aksine, erkeğin kadına karşı gerçekleştirdiği suçları da cezasız bırakınca[4] Serpil Sancar’ın tanımıyla ‘kolektif suçu’ desteklemiş oluyor. Sancar bu betimlemeyi aslında, işlenecek herhangi bir kadın cinayetini sözel desteklemek için ve böyle bir eylemi planlayan erkeği ihbar etmemeyi[5] de erkeklerin ‘kolektif suça’ ortaklığı olarak kullanır.

‘Cins kırımına’ (femisid’e) varan kadın cinayetleri sadece Türkiye’de ve İslam toplumlarında mı yaygın? Ülkemizde veriler doğru tutulmasa da, sorunun yanıtı olumsuzdur. Şiddetin ülkemize özgü olmadığını bilmek bizi kesinlikle teselli etmemeli. Ancak tüm dünyada kadına yönelik şiddetin bireysel boyutunun yanı sıra devlet eliyle de gerçekleştiğini Birleşmiş Milletlerce 1999 yılında benimsenen ‘Kadına Yönelik Şiddetin Ortadan Kaldırılması için Uluslararası Mücadele Günü’ (IHD, 2002) ortaya koymaktadır. Bilindiği gibi adı Dominik Cumhuriyeti olan diktatörlükte 25 Kasım 1960 yılında Mirabal soyadlı üç kız kardeşe, totaliter rejimi eleştirdikleri için askerlerce cinsel, fiziksel ve psikolojik işkence yapıldıktan sonra cesetleri okyanusa atılır. 25 Kasım Mirabal kardeşlerin direnmesinin anısınadır. Deniz Xelat Büyükkaya (2019), “Bir 25 Kasım anlatısı: 6 ülke 6 kadın ve şiddetin evrensel yüzü” adlı makalesinde, Fulya Alikoç ise hazırladığı dosya ile çağımızda işlenen cinsiyetçi ve cinsel şiddeti dünyanın değişik ülkelerinde saptanan sistematik ve münferit örnekler üzerinde güncel verilerle bir kez daha okura aktarmaktadır (Alikoç, 2019; 2019a; 2019b; DW, 2021). Araştırmalara dayalı Almanca yazılar, ekonomik açıdan gelişmiş Almanya ve Finlandiya toplumlarında ekonomik özgürlüğünü elde etmiş kadınların dahi cinsiyetçi şiddettin her bir türünden kurtulmadıklarını belgelemektedir. Şeriat ile yönetilen Müslüman toplumlarda, fiziksel ve psikolojik şiddetin yanı sıra sosyal bir şiddet biçimi olan linç kültürü de Demokles’in Kılıcı gibi kadınların başlarının üzerinde sallanır. “Özellikle Afrika ve Orta Doğu’daki 30 ülkede yoğunlaşmış olmakla birlikte, Asya ve Latin Amerika’daki bazı ülkelerde” (BBC News, 06.02.2019) hatta İngiltere’de ikamet eden göçmenlerde dahi katı bir kültürel gelenek şeklinde Hıristiyan ve Müslüman toplumlarda kadın sünneti bir başka cinsiyetçi ve cinsel şiddet olarak yaşatılır. 2020’nin ilk aylarından beri de Covid19’un yarattığı pandemi durumu kadınların, eşitlik mücadelesinde kat ettikleri mesafeden geriye düştüğünü gösteriyor (bkz. taz, 2020; DFI, 2020; UN WOMEN 2021). Var olan sorunların pandemi nedeniyle artarak kadına şiddete dönüştüğünü, uluslararası kadın organizasyonları, istatistikler, raporlar vs. ortaya koyuyor. Örneğin Kenya’da okullar tekrar açıldığında on sekiz yaşından küçük (kız) öğrencilerden 4000’nin hamile olduğu anlaşılmıştır. Yerel kaynaklar bunu kolluk kuvvetlerinin ve akrabalarının tecavüzüne dayandırmaktadır (bkz. Brot für die Welt, 2020). Online oturumlarda dinlediğim kadarıyla kadınlar, iki hedef belirlemişler: Elde ettikleri haklardan geri adım atmamak ve siyasi iktidarlarla kadın kırımına karşı mücadelelerini tüm kadın, hayvan, doğa ve insan hakları örgütleri ile güç birliğinde sürdürmek.

Bölgesel bir sorun olmayan tüm bu olumsuz erkek egemen şiddet örnekleriyle hem yerelde hem evrensel düzeyde mücadele edebilmek için, pandemiden çok önce uluslararası dayanışma yoluna gidilmiştir. 2011 yılında imzaya açılan İstanbul Sözleşmesi, devlet şiddetini kapsamayan fakat ev içi ve toplumsal şiddeti en ince ayrıntısı ile düşünülerek hazırlanmış hukuksal bir çerçeve oluşturmaktadır. 2014 yılında ilk imza koyan Türkiye dahil altmışa yakın ülkenin Sözleşme’yi imzalamasına karşın sadece 34 ülke Avrupa Konseyince onaylanmış, onaylanan ülkelerde ise maddelerinin ülke yasaları ile çelişmesi sonucu uygulamalarda aksaklıklar ortaya çıkmıştır. Dolaysıyla mağdurlar maddi destek alamıyor, yardım kuruluşları da çaresiz kalıyor. Kadın haklarına inanan herkesin İstanbul Sözleşmesi’nin gerekliliğinden bahsederken eril politikaların sorgulamasından rahatsız olanlar da sözleşmenin kaldırılması veya iptali için uğraş vermektedir. Pek çok ülkenin imza koyması için gayret gösterilen ve terminolojisine baktığımızda ağırlıklı olarak hukukçuların hazırladığı belli olan İstanbul Sözleşmesi’nin, kadın hakları savunucularının, sivil toplum örgütlerinin sahada edindikleri deneyimleri temel aldığı, örneğin Mor Çatı Kadın Sığınağı Vakfı’nın yayına hazırladığı Evdeki Terör. Kadına Yönelik Şiddet (1996) adlı çalışmadan belli oluyor. Kadın hakları gönüllüleri 1990-1995 yılları arasında ev içi şiddete ve genel olarak da kadına yönelik toplumsal cinsiyete dayalı şiddet ile cinsel şiddete yönelik bu çalışmanın, “1000’e yakın kadın ve çocukla yüz yüze ve telefonla gerçekleştirdiğini” ifade ediyor (1996: 5). Evdeki Şiddet adlı eserde yer verilen akıl almaz şiddet türlerinin mağduru olan kadınların ifadeleri İstanbul Sözleşmesi’nin neden bu denli ayrıntıya önem verdiğini açıklar niteliktedir.

Çözüm “hukuki koruma araçlarına uygulama kazandırılması”

Bir 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nde daha bir yazının sınırları içinde kadın haklarının güncel durumunun, erkek egemen şiddetin boyutlarının, bölgesel ve uluslararası kadın dayanışmasındaki gelişmenin, kent kültüründe birebir kendi yaşadıkları ve tanık oldukları sorunların ve bir soruya verilen altmış yanıtın muhasebesi yapıldı. Yanıtlardan ortaya çıkan tablo, kadınların genel olarak ekonomik özgürlüklerine kavuştuklarını, çoğunun eğitim hakkından yararlandığını, toplumsal yaşamda yoğun yer aldıklarını yansıtmaktadır. Ancak elde edilen bu doğal haklara rağmen kadınların, toplumsal cinsiyet rolünden çıkamadıklarını, içi boşaltılmış bir özgürlük duygusu ile sözlerinin, davranışlarının ve amaçlarının tutsaklığının devam ettiğini anlıyoruz. Kadınlar, fazlaca sorumluluk içselleştirmiş ve ondan sıyrılamıyorlar. Erkek ise değişime açık olmadığını, gerek ev içi sorumluluk almayarak gerekse kadına yaşattığı psikolojik ve fiziksel şiddetle, ortaya koymaktadır.

Gelen mesajları okudukça ve kadın araştırmalarına yoğunlaştıkça bir kez daha şu kanıya vardım: Koruyucu hekimlik gerek. Bu benzetme üzerinden açıklamak gerekirse. Hastalanmamak için gerekli önlemler alınmalı. Hastalandıktan sonra da sadece antibiyotik veya vitaminlerle vücudu doldurmanın anlamı yok, tedaviye paralel hastalanmaya neden olan virüslü ortam ortadan kaldırılmalı. Kadın mücadeleleri, şiddet mağduru kadınlara hukuki koruma ve maddi destek sağlanmayı sürdürürken erkeklerin saldırganlığının nedenlerini ortadan kaldıracak çalışmalar yapılmalıdır. Dinlediğim çevrimiçi toplantılardan edindiğim kanı; kadın örgütleri, kadınların kazanılmış haklarını korumak için de, asıl şiddeti üreten iktidarlarla da mücadeleyi sürdürecekler.

Soruma gelen yanıtlardan paylaşılan çözüm önerilerinden de birkaçını paylaşarak bitirmek istiyorum:

  • Mülkiye mezunu eğitimci KD’nin önerisi, “öncelikle yönetim kadrolarında görev almalıyız”. Aslında bu zaten sorunun sonucudur. Yani erkek egemen sistem yüzünden yönetim kadrosunda yer alamıyoruz. Sonucu terse döndürmek çözüm olamaz, ne yazık ki temenni olarak kalır.
  • Ailesinin tek çocuğu olan stajer hukukçu PD’nin önerisi, “hukuki koruma araçlarına uygulama kazandırılması” için iktidarlara baskı yapmalıyız.
  • Türkiye’de farklı kadın hakları dernekleri ile kadın hareketi dışındaki yapılar bir güç birliği oluşturmalı. Tıpkı Boğaziçi Üniversitesi’ndeki farklı görüşte öğrencilerin LGBTQ+ öğrencilerini yalnız bırakmadıkları gibi.
  • Toplu taşıtlarda olduğu gibi, taksi ve dolmuşta da tacizi önleyecek takip sistemi ve güvenlik kamerası oluşturulmalı.
  • Yine çok sayıda kadın, her iki cins için laik eğitim ve ekonomik bağımsızlık sağlanmalı; toplumsal cinsiyet rollerinin eşitlik anlayışı doğrultusunda kültürel boyutta değişmesi için çalışmalıyız.

Zaten sorunu saptayan ve dile getiren kadınlar çözümü de gerçekleştireceklerdir. Çünkü kadınlar kararlıdır. Küsüp köşelerine çekilmezler. Bir ses vermek gerektiğini bilirler. Her biri kendi bildiği yöntemle.

Kaynakça

Atam, Alim Muhsin. AĞLATAN TEKLİF! – SOSYAL DENEY, 12 Mayıs 2018, https://www.youtube.com/watch?v=NPxQNZlHDHw

Akbulut, Nazire. ”Ayna Benlik: Kadın Akademisyen Gelenekçidir!”, Eğitim, Bilim Toplum (Education Science Society), Üç aylık hakemli dergi, Cilt 9, Sayı 34, 2011: 50-66.
https://app.trdizin.gov.tr/publication/paper/detail/TVRNeU9EZ3dNQT09.

Akbulut, Nazire (2021). “Bellek: İsviçreli kadınların 170 yıllık mücadelesi”, Evrensel Günlük Gazete. Ekmek ve Gül, 06 Şubat 2021, https://www.evrensel.net/haber/425382/isvicreli-kadinlarin-170-yillik-mucadelesi. Aynı yazıya şu linkde de ulaşılabilir: Ekmek ve Gül, 07 Şubat 2021, https://ekmekvegul.net/bellek/isvicreli-kadinlarin-170-yillik-mucadelesi

Alikoç, Fulya. “Dünya Haritası: Kadınlar İçin Şiddet Atlası”, ekmek ve gül, 18.11.2019, https://ekmekvegul.net/sinirlarin-otesi/dunya-haritasi-kadinlar-icin-siddet-atlasi, [27.02.2021].

Alikoç, Fulya. “Sınırların Ötesi: Kuzeyden Doğuya Avrupa’da Şiddet”, 19.11.2019a, https://ekmekvegul.net/sinirlarin-otesi/kuzeyden-doguya-avrupada-siddet.

Alikoç, Fulya. “Sınırların Ötesi: Latin Amerika’da ABD destekli ‘kadın kırımı’, 21.11.2019b https://ekmekvegul.net/sinirlarin-otesi/latin-amerikada-abd-destekli-kadin-kirimi.

Altınoluk, Duygu. “Webinar: Çatışan Roller ve Ev içi Şiddetin Sosyolojik Boyutları”, Uçan Süpürge – Hackathon, 13 Şubat 2021, https://www.youtube.com/watch?v=Ce_o_u_R-hQ.

Anadolu Hayat Emeklilik, 12 Mayıs 2012, https://www.youtube.com/watch?v=Q6b_H9P4TQ0

Brot für die Welt: Pressemeldung, Zuhause ist ein gefährlicher Ort Gewalt gegen Frauen in der Corona-Krise: Eine Schattenpandemie, https://www.brot-fuer-die-welt.de/pressemeldung/2020-zuhause-ist-ein-gefaehrlicher-ort/ Berlin, 24.11.2020.

Büyükkaya, Deniz Xelat. “Bir 25 Kasım anlatısı: 6 ülke 6 kadın ve şiddetin evrensel yüzü”, INDEPENDENT Türkçe, 25.11.2019, https://www.indyturk.com/node/95737/haber/bir-25-kas%C4%B1m-anlat%C4%B1s%C4%B1-6-%C3%BClke-6-kad%C4%B1n-ve-%C5%9Fiddetin-evrensel-y%C3%BCz%C3%BC, [27.02.2021].

DFI – DEUTSCHE FRAUENRAT. “Frauen in der Corona-Krise”, 06. 04.2020; https://www.frauenrat.de/wp-content/uploads/2020/04/Frauen-in-der-Corona-Krise.pdf

Dvorák, Cordelia. „Las Tesis: Chiles Widerstand ist weiblich“, ZEIT ONLINE,10. März 2020, https://www.zeit.de/kultur/2020-03/las-tesis-proteste-chile-suedamerika-ungleichheit-armut-gewalt-frauen-10nach8/komplettansicht

  1. Dünya: Afganistan’da iki kadın hâkim öldürüldü, 17.01.2021, https://www.dw.com/tr/afganistanda-iki-kad%C4%B1n-h%C3%A2kim-%C3%B6ld%C3%BCr%C3%BCld%C3%BC/a-56252648.
  2. “Almanya: Almanya’da kadın cinayetlerinin anatomisi”, 15.11.2020, https://www.dw.com/tr/almanyada-kad%C4%B1n-cinayetlerinin-anatomisi/a-55605651.

Gültekin, Levent/ Sabuncu, Murat. “İki Yorum. Demokrasi ve Yoksulluk”, Halk TV, https://www.youtube.com/watch?v=3cV3MJtuqVo, 18.02.2021.

İnsan Hakları Derneği (IHD). Genel Merkez Açıklamaları: 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele ve Dayanışma Günü, 25 Kasım 2002, https://www.ihd.org.tr/25-kasadyik-ddete-karluslararascadele-ve-dayan-g/

McLeod, S.A. Kimlik, ego ve süperego . Simply Psychology, 25.09.2019, https://www.simplypsychology.org/psyche.html

Mor Çatı Kadın Sığınağı Vakfı. EVDEKİ TERÖR. Kadına Yönelik Şiddet, İstanbul: Mor Çatı Yayınları, 1996.

Oktan, Ahmet. “Türk Sinemasında Hegemonik Erkeklikten Erkeklik Krizine: Yazı-Tura ve Erkeklik Bunalımının Sınırları”, Selçuk İletişim, Cilt 5, Sayı 2, 2008: 152-166.

One Billion Rising, Aktuelles. Femizid. 10.12.2019, http://www.onebillionrising.de/el-violador-eres-tu-der-vergewaltiger-bist-du/.

Schaefer, Antonia. “Femizide in Argentinien. Raus, Macho, raus!”, SPIEGEL.de, Politik, 18.10.2019, https://www.spiegel.de/politik/ausland/argentinien-feministische-bewegung-niunamenos-raus-macho-raus-a-1291920.html

Şimşek, Berza. “Kadın cinayetleri neden önlenemiyor?”, BBC Türkçe, 28 Ağustos 2019, https://www.bbc.com/turkce/haberler-turkiye-49492456.

taz. “FEMINISMUS. Feministische Performance geht viral: „Vergewaltiger bist du,”, 1. 12. 2019, https://taz.de/Feministische-Performance-geht-viral/!5645695/

taz. Gesellschaft. “Frauen in der Pandemie: Die sozialen Verliererinnen”, https://taz.de/Frauen-in-der-Pandemie/!5720558/, 23.10.2020.

UN WOMEN Deutschland. Für die Rechte von Frauen. “Corona: Eine Krise der Frauen”, https://www.unwomen.de/aktuelles/corona-eine-krise-der-frauen.html, Stand: Januar 2021.

[1] Haushofer, Marlene. Duvar [Die Wand], çev. Ersel Kayaoğlu, İstanbul: Can, 2008.

[2] Alıntılarda ifadelerde kesinlikle düzeltme yapılmadı. Sadece noktalama işaretleri ve büyük küçük yazımlar düzeltildi.

[3] Mor Çatı’nın ve ilk kadın sığınma evinin kurucularından, İstanbul Sözleşmesi’nin hazırlayıcılarından hukukçu ve kadın hakları savunucusu Cânân Arın, 5 Mart 2021 günü Heinrich-Böll-Vakfı’nın Anne Klein Ödülü’nü online törenle aldı. Bu, mücadeleye ömrünü vermiş kadınlar adına çok mutluluk verici bir takdirdir.

[4] Yıllardır çocuklarının gözü önünde sistematik şiddete uğrayan Melek İpek yaşadığı işkence gözle görülür olduğu halde 07.01.2021 tarihinde kocasını öldürmekten tutuklandı ve 24 yıla kadar hapsi isteniyor. Oysa koca/erkek şiddeti sonucu öldürülen kadınların failleri tutuksuz yargılanmakta veya iyi halden yararlanmaktadırlar.

[5] Sancar’ın bu düşüncesine itirazlarım olmakla birlikte, bu konuyu burada daha fazla irdelemeyeceğim.

İlgili Makaleler

How Gen Z students are leading transnational resistance

24 Haziran 2025

Mutlu Ülkelerin Sırrı Ne?

27 Nisan 2025

Labor’s Role in the Fight for Turkish Democracy

22 Nisan 2025

Uncanny: From Virality to Misinformation, AI Visuals on Social Media

21 Nisan 2025

Comments are closed.

© 2025 Her Hakkı Saklıdır.
  • Eşitlik

    8 Mart Dünya Kadınlar Günü Kutlu Olsun

    8 Mart 2025

    Yasaklamalara Rağmen Kadınlar Bizi Feminist Gece Yürüyüşü’ne Çağırıyor

    8 Mart 2025

    Çin’de Feminist Komedi: “Her Story” ve Kadınların Mücadelesi

    5 Ocak 2025

    Toplumsal Cinsiyet Eşitliğine Duyarsız Bütçe

    9 Aralık 2024

    Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Hareketinde Erkeklerin Rolü

    25 Kasım 2024
  • Barış ve Güvenlik

    Barış Savunucusu Jimmy Carter Hayatını Kaybetti

    30 Aralık 2024

    Nimet Nimettir!

    24 Aralık 2024

    Rahibeler, Mızıkçı Kabadayılar, Kayyımlar

    23 Aralık 2024

    Barış ve Huzur İçinde Yaşamak İstiyoruz!

    23 Aralık 2024

    Kadınlar Tepkili: Hayatlarımıza, Haklarımıza, Hayallerimize Kayyım Atayamayacaksınız!

    10 Kasım 2024
  • Siyaset

    Yerel Demokrasi İçin İş Birliği Çağrısı

    12 Ocak 2025

    Bakanlık: Kreşleri Kapatın CHP: Hodri Meydan; Gelin Kapatın

    26 Kasım 2024

    CHP Kadın Çalıştayı: Çare Eşitlikte

    25 Kasım 2024

    Trump ve Adamları

    18 Kasım 2024

    Kadınlar Tepkili: Hayatlarımıza, Haklarımıza, Hayallerimize Kayyım Atayamayacaksınız!

    10 Kasım 2024
  • Adalet

    Pınar Selek:Feminizm Olmadan Faşizmi Aşamayız

    3 Şubat 2025

    AİHM’den Fransa’ya Kınama: Seks Evlilik Yükümlülüğü Değildir

    27 Ocak 2025

    Gisèle Pelicot: Kimin Utanması Gerektiğini Dünyaya Gösteren Kadın

    24 Aralık 2024

    Narin Cinayeti Araştırma Önergesi İktidar Partileri Tarafından Reddedildi

    4 Ekim 2024

    2024 Hrant Dink Ödülleri Kadın Hakları Mücadelesine

    23 Eylül 2024
  • Emek

    Türkiye: Çalışan Kadınlar İçin En Kötü Ülke

    24 Nisan 2025

    DİSK:Greve Çıkalım. Hayatı durduralım.

    9 Mart 2025

    Yasaklamalara Rağmen Kadınlar Bizi Feminist Gece Yürüyüşü’ne Çağırıyor

    8 Mart 2025

    Polonez İşçileri Kazandı:Birleşen İşçiler Asla Yenilmez

    7 Ocak 2025

    Bedeni Hür Kadın Öğretmenler

    20 Ekim 2024
  • Kültür-Sanat

    Dünyaca Ünlü Kemancı Ayla Erduran’ın Ardından

    12 Ocak 2025

    Çin’de Feminist Komedi: “Her Story” ve Kadınların Mücadelesi

    5 Ocak 2025

    Viyana Filarmoni İlk Kez Bir Kadının Bestesine Yer Verdi

    5 Ocak 2025

    Demet Değil Mehmet Olsaydım İşim Daha Kolay Olacaktı

    9 Aralık 2024

    Oya Baydar: Hak Mücadelesiyle Geçen Bir Hayat

    2 Aralık 2024
  • Ekoloji
  • Podcast
  • English

Type above and press Enter to search. Press Esc to cancel.