
Feminist tarihçi Rachael Lennon, evliliğin tarihini irdelediği, Wedded Wife: A Feminist History of Marriage adlı kitabında evlilik kurumun taş devrinin eski geleneklerinden bugün aldığı modern biçime nasıl geliştiğinin öyküsünü anlatıyor.
Guardian yazarı Ewa Wiseman’ın Lennon’ın kitabı üzerine kaleme aldığı yazının bir bölümünü paylaşıyoruz.
Kitap fikri, o ve kız arkadaşı düğünlerini planlarken ortaya çıkmıştı. Çiçek siparişi verirken, yapacakları konuşmaları düşünürken, Lennon kendini çiçekçilere, mekanlara, gelinlik dükkanlarına tekrar tekrar açıklama yaparken buldu. Hem kadınları ezme hem de LGBTQ+ bireyleri dışlama konusunda uzun bir geçmişe sahip olan evlilik kurumunun bir parçası olmaya hazırlanırken geleneklerle içli dışlı oldu. Tüm çalışmalarında kadınlar ve LGBTQ+ topluluğu arasında bağlantı kuran Lennon, bunun gerçek hayatlara gerçek geçmişler üzerinden bakarken yapılması gereken doğal bir şey olduğunu, aralarındaki herhangi bir farkın toplumsal olarak inşa edilmiş olduğunu açıklıyor.
Ve bir gün elbisesini seçerken kendini sorgulamaya başladı – elbette, aşk harika bir şeydi, ama neden evleniyorduk? Ve her zaman yaptığı şeyi yaptı ve ilerlemek için geriye bakmaya başladı. Geçmişteki iyi evlilik hikayelerine, beklentilere meydan okuyanlara, ve “aynı zamanda kötü olanlara – evliliğin gerçekten karanlık geçmişine ve evlilikle ilgili yaşanmış üzücü deneyimlere… “Tarih boyunca karşılaştığım her adaletsizliğin, mücadelenin ve baskının bugün de dünyanın herhangi bir yerinde evlilik aracılığıyla devam ettiğini fark ettim. Meselenin özüne inmeye çalışıyordum.”
Ancak tüm bunları yazmaya başladığında bir sorunla karşılaştı. Evliliğin tarihine inmek neredeyse imkansızdı. “Evlilik, tarihin tüm zaman ve mekânlarında neredeyse her toplumda var olmuştur. Ancak hala bir fikir birliği yok – antropologlar ve tarihçiler gerçekten zorlanıyorlar. Her zaman iki kişi arasında mı? Çok eşliliğin tarihin önemli bir parçasında var olduğu açık. Ya da geleneksel evlilik bir erkek ve bir kadın arasında mıdır? Aynı cinsiyetten evlilikler nüfusun yoğun olduğu her kıtada gerçekleşmiştir. Sanılanın aksine evliliğin tek bir türü yoktur ve çok daha geniş bir kavrama işaret eder.”
Venezuela’daki Bari halkı arasında kadınlar, çocuklarının daha güvende olduklarına inandıkları için birden fazla erkekle evlenirdi. Batı Afrika’da, Avrupa’nın sömürgecilik ve zulüm mirasına rağmen, “kadın eşler” rutin olarak eşlerinin çocuklarının ebeveyni olarak kabul edilmiştir. Ancak Avrupa’da, Orta Çağ’dan itibaren Hıristiyan kilisesinin hakimiyeti arttıkça, tarihteki evlilik uygulamalarının çeşitliliği gizlenmeye başlamış ve bu da günümüzde evliliğin bir erkek ve bir kadın arasında olduğu, ikisinin farklı rolleri olduğu ve siyasi bir yapıdan ziyade doğal, kaçınılmaz ve arzu edilir olduğu şeklindeki yaygın fikre yol açmıştır. Rachel Lennon özellikle bu fikre meydan okuyan insanlarla ilgileniyor: “Kendi seçimlerini yapmaya ve kendi yollarını bulmaya çalışan insanlarla.”
1777 yılında Mary Eleanor Bowes 27 yaşında dul bir kadındı ve İngiltere’nin en zengin kadınlarından biriydi. Andrew Robinson Stoney ölmeden önceki son arzusunu yerine getirmesini, yani evlenmek istediğinde, Bowes kabul etti ve Stoney ölüm döşeğinde kiliseye getirildi. Ancak mucizevi bir şekilde iyileşen ve artık Bowes’in servetinin sahibi olan Stoney, kadını taciz etti, parasını kumara yatırdı, çocuklarıyla iletişimini kısıtladı ve onu eve hapsetti. Sekiz yıl sonra, “Hizmetçileri kaçması için ona para verdi. Yasal yollara başvuran Bowes’in tüm parasını buna yatırdı ve yine de çocuklarını göremedi.”
Çocuklar, değişim için mücadele eden kadınların hikayelerinde karşımıza hep çıkar. Bowes ve Stoney’i araştırırken Lennon’ın yeni yürümeye başlayan bir çocuğu vardı ve hamileydi, “Bu da çok ağır geldi! Bunun bedelinin çocuklarını kaybetmek olduğunu bilmek…” Bana 1877’de evli kadınlara doğum kontrolü hakkında bilgi vermekten suçlu bulununca kızı kendisinden alınan Annie Besant’tan bahsediyor; Besant’ın onu yetiştirmeye uygun olmadığına karar verilmiş. Ve Mary Wollstonecraft’ın 1783’te bebek sahibi olan kız kardeşi Eliza. “Mary geldiğinde, Eliza’nın muhtemelen doğum sonrası depresyondan muzdarip olduğunu gördü. Cinsel ve fiziksel tacizde bulunduğundan şüphelendiği kocasından korkuyordu.” Eliza’yı alıp götürdü ama bir yaşına gelmeden ölen kızını almaya hakkı yoktu. Wollstonecraft, bebeğin babası tarafından karısından intikam almak için kasıtlı olarak ihmal edildiğine inanıyordu.
“Bu olay Wollstonecraft’ın evliliğe bakışını büyük ölçüde şekillendirdi – Wollstonecraft daha sonra cinsiyet eşitliği, evlilik ve ‘kocaların ilahi hakları’na karşı çıkmakla ilgili etkili yazılar kaleme aldı. Yani bunlar acı çekerek kaydedilen ilerlemenin hikayeleri.” Ama kendi kendilerine yollarını bulanlar da var. Açık bir evlilik sürdüren Vita Sackville-West ve evlilikten sonra da kariyerine devam edeceğine dair kocasıyla bir anlaşma yapan Elizabeth Garrett Anderson gibi. İngilteren ilk kadın cerrahı ve ilk kadın politikacılarından olan Anderson, kendi parasını kendi yönetiyordu. Ve 19. yüzyılın sonunda düğünleri sırasında nişanlısıyla birlikte ayağa kalkarak mihrapta geleneksel evliliğe karşı bir konuşma yapan Lucy Stone. “Örtünmeye, yani bir kadının kimliğinin sadece kocasına ait olması gerektiği fikrine; artık yasal olarak kocasından ayrı var olamayacağı fikrine karşı mücadele etti. İlham verici değil mi?”
Hala bir ilerleme var mı? Başını sallıyor ama temkinli bir şekilde. “Pek çok farklı şekilde evlilikte eşitliğe doğru yaklaştık. Ancak karşılaştığım şeylerden biri de bunun kaçınılmaz olmadığı duygusuydu.” Bunun günümüzün Lucy Stone’larına bağlı olduğunu söylüyor – “Büyük bir direniş karşısında evliliği değiştirmek için mücadele eden aktivistler.” Şu anda bir direniş var mı? “Olmaz mı!” diyerek gülüyor. “‘Tradwife’ hareketini duydunuz mu?” Bunlar çocuklarına, kocalarına ve evlerine bakmak için evde kalan modern (genellikle beyaz, orta sınıf) kadınlar ve genellikle temizlik ve yemek pişirme yöntemlerini sosyal medyada paylaşıyorlar. “Bir eş olmanın geleneksel yolunun bu olduğunu, bunun arzu edilir olduğunu ve hayatın böyle olması gerektiğini söylüyorlar. Beyazların üstünlüğü ve Birleşik Krallık ve ABD’deki siyasetin diğer karanlık unsurlarıyla yakından ilişkili ve tarihsel gerçekliği yansıtmayan çok dar bir fikre tutunuyorlar.”
1950’lerin ‘ev kadını’ fikri, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kadınları işyerlerinden çıkarıp evlerine geri döndürmeyi amaçlayan pazarlama kampanyalarından doğmuştur. “Bu çok kurgulanmış bir fikir, tıpkı Viktorya dönemindeki evdeki melek gibi. Çoğu kadın Viktorya döneminde çalışıyordu ve İmparatorluk genelinde beyaz olmayan kadınlar hiç bu şekilde yaşamıyordu. Dolayısıyla, bu tarihe ilişkin farkındalık eksikliğinden faydalanıyorlar ve bunun geleneksel yol olduğunu söylüyorlar.”
Lennon’ın kitabının temel mesajı şu: Eş olmanın geleneksel bir yolu yoktur. Ve eğer olsaydı, bu arzu edilen bir şey olmazdı. Lennon, geleneğin savunulamaz olanın son savunması olduğu sonucuna varıyor.
Evliliğin tarihine bakarak keşfettiğimiz en ilginç şeylerden biri, eski cinsiyet ve seks fikirlerine dayanan kuralları sürdürmenin ne kadar da saçma olduğu. Lennon, yeni bir işe başladığında bir kadınla tanıştırıldığını ve “soyadlarını duyan başka bir iş arkadaşının, ‘Evlendiniz mi?’ diye sorduğunu hatırlıyor.” Kadın sessizce, “Hayır,” dedi, “boşandım. Buna tanık olmak çok zordu” diyor. “Ama kadınların soyadlarından vazgeçmesiyle ilgili bölümü yazmak en kolayıydı, çünkü bu konuda çok güçlü hislerim var: Bugün Birleşik Krallık’ta evlenen kadınların %90’ı hala soyadlarından vazgeçiyor. Bu çok fazla, değil mi? Ve ben %90’ının bu seçimi gerçekten düşünerek yaptığına inanmıyorum. Dünyanın diğer pek çok yerinde kadınlar evliliğe bu şekilde girmiyor. Geçmişte bile prestijli soyadları olan güçlü kadınlar evlendiklerinde soyadlarından vazgeçmiyorlardı.”
Çeviri: Eda Doğançay
Yazının tamamına buradan ulaşabilirsiniz.