Feride Eralp, Çatlak Zemin’deki yazısında Hamas’ın saldırısı ve sonrasında İsrail’in, Gazze’ye yönelik başlattığı operasyon üzerine yazdı:
“İşgal edimi İsrail devleti açısından tali bir durum değil, Filistinlilerin yaptıklarına bir yanıt değil, devletin temel varoluş biçimi. İsrail, işgal etmeden bugünkü biçimiyle İsrail olmayı sürdüremeyeceğini biliyor.”

Feride Eralp / Çatlak Zemin
7 Ekim 2023 Cumartesi günü yeni bir Gazze savaşı başladı. Yarın, öbür gün, birkaç gün sonra haritada Gazze diye bir yer olup olmayacağı bile belli değil. İsrail ordusu kara harekatına başlayacağını duyurdu. Gazze’nin kuzeyindeki 1.1 milyon kişiye 24 saat içinde güneye gitmelerini söyledikten¹ sonra da güvenli rota olarak gösterdiği yolu bombalayarak yüzlerce sivili öldürdü.² Yaralıları tedavi eden Al Awda hastanesine tahliye için yalnızca 2 saat verdi.³ Aslında bu savaş çok uzun zamandır, en az 75 yıldır sürüyor. İlan edilsin veya edilmesin, bir operasyon adı konsun veya konmasın, gündelik ve görünmez olarak Filistinlilerin hayatlarında yaşanıyor. Olağanlaştırılmış savaş hali fark edilmeksizin sürdükçe de dünya kamuoyunun kayıtsızlığı, Filistinlileri öldürülebilir kılıyor. Savaşın bu en son alevlenişinin üzerinden aşağı yukarı bir hafta geçti. Bu sefer televizyonlarımız, sosyal medya, hükümetler, ordular ve dünya kayıtsız kalmanın çok uzağında. Çünkü bu coğrafyada Kürtlere yaşatılanlardan çok iyi bildiğimiz üzere (hele bugünlerde Rojava yine bombalanırken) savaşların ekran değeri ve diplomatik önemi ölenin kim olduğu üzerinden ölçülüyor.
Bugün içinden konuşmaya mecbur edildiğimiz çerçeve bir halkın sistematik ezilişinin, yok edilişinin karşısına tek bir soru koyuyor: Hamas’a karşı mısın, değil misin? Lanetliyor musun, lanetlemiyor musun? Bu elbette bizim Tahir Elçi’nin hedef gösterilmesi ve katledilmesinden çok tanıdık olduğumuz bir soru. Bu soruyu reddetme, Filistinlilere 75 yıldır yaşatılan eziyeti başlangıç noktası olarak kabul etme ısrarı Hamas destekçiliğine eşitleniyor. Avrupa’nın her yerinde Filistin bayrağı taşımak terör propagandası olarak yasaklanıyor, sokakta eylemleri engelleniyor. İngiltere, Almanya, Avusturya, Fransa eylemleri yasaklayan ülkeler arasında. Yasaklara rağmen elbette protestolar sürüyor; mesela binlerce New York’lu Yahudi – din adamları, Holokost’u yaşayanların çocukları ve torunları dahil, Senatör Chuck Schumer’in evinin önünde “bizim adımıza soykırım yapmayın” demek için toplandı, yüzlercesi gözaltına alındı.⁴ Ama İsrail’i her eleştiren Hamas’ı desteklemediğini kanıtlama yükümlülüğüne sahip oluyor. Yani ailesi öldürülen, evinden, toprağından edilen, bunu yıllarca her gün yaşayan bir Filistinli cümleye ancak kendi kendini kınayarak, valla ben onlar gibi değilim diyerek başlayabilir. Ezilenlerin bu kendi kendini kınama yükümlülüğü en temelde yerleşimci sömürgeci şiddeti tarihsizleştirme ve bağlamsızlaştırmaya yarıyor – 7 Ekim’den öncesi yokmuş gibi, öncesinden bahsetmek dahi terör destekçiliği ve antisemitizmmiş gibi. Son 48, 72, 96 saatten ibaretmişiz gibi. Dolayısıyla “demokratik kamuoyunun” duyması için bile değil – ki duymuyor zaten – sadece konuşma hakkı vermesi için dahi bir Filistinlinin önce tüm diğer Filistinliler gibi olmadığını kanıtlaması, yani kendini yadsıması lazım. Ama Filistin Kurtuluş Örgütü’nün (FKÖ) İsrail’i tanımak için, her türlü şiddetin karşısında olduğunu ifade etmek için, iki devletli çözümü savunmak için, Batı dünyasının ve İsrail’in müsaade ettiği çerçeveye uymak için onca uğraşmasına rağmen Batı Şeria’da tek bir kişinin bile ölümüne, tek bir yasa dışı yerleşimin kurulmasına engel olamadığı düşünülünce yadsımak da pek işe yaramıyor.
Bu “kınıyor musun, kınamıyor musun” denkleminin sildiği bağlam üzerine günlerdir epey bir hatırlatma yapılıyor. 1948’de İsrail devletinin üzerine kurulduğu etnik temizlik süreci, yani “Nekbe” ve bunun nasıl o günden bugüne sistematik politikalarla sürdüğü anlatılıyor. Bu sürecin arkasındaki ideoloji aslında 1948’den epey önce, 2. Dünya Savaşı’ndan ve Holokost’tan da epey önce, 1800’lü yılların sonuna doğru Avrupa’da örgütlendi. Bu ideoloji, yani Siyonizm, hiçbir zaman Nazizmle mücadele içinde olmadı, tam tersine devlet destekli antisemitizmi ve Nazizmi kendi varlığı ve emelleri için bulunmaz bir nimet olarak gördü. Siyonizmin babası addedilen Theodor Herzl’e göre antisemitizmin sebebi Yahudilerin Yahudi olmayanların arasında yaşamasıydı, yani hem Siyonistler hem antisemitler Yahudilerin Yahudi olmayan toplumların içinde yaşamaması gerektiği konusunda hemfikirdi. Bu anlamda, Yahudilerin aşağılık bir ırk olduğunu düşündükleri için Avrupa’da yaşamayı hak etmediklerine inanan antisemit Avrupalı Hristiyanlar için de İsrail devleti bulunmaz bir nimetti – hepsini birden gönderme fırsatı. Nitekim Der Judenstaat (Yahudi Devleti) adlı kurucu metninde Herzl “Antisemitizmin egemen olduğu ülkelerin hükümetleri bizim bu milli egemenlik hedefimizi gerçekleştirmemizi sağlamak için birbirleriyle yarışacaklardır” diyerek tam da bu işbirliğine açıkça işaret ediyordu.⁵ Günlüklerinde (Diaries of Theodor Herzl) “antisemitler bizim en güvenilir dostlarımız, antisemit ülkeler müttefikimiz olacak” yazıyordu.⁶ Bu aşamada Yahudi devletinin Filistin’de mi Arjantin’de mi kurulacağı ise hala tartışma konusuydu. Yani vaadedilmemiş bir toprak da ihtimal dahilindeydi.
Mesela bugünlerde hepimiz Balfour Deklarasyonu’nun bahsini duyar olduk. Bu, 1917 yılında İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Arthur Balfour tarafından Siyonist hareketin liderlerinden Lord Rothschild’e gönderilen bir mektup.⁷ Bu dönem, Arapların meşhur 1916 Ayaklanmasıyla bölgede Osmanlı’ya isyan ettiği (Türkiye’de “Arapların ihaneti” olarak anılır; sanki herkesin ulusal özgürlüğü için isyan ettiği bir zamanda onların böylesi bir minnet borçları olmalıymış gibi) dönem. Mektupta Lord Arthur Balfour İngiliz hükümetinin Filistin topraklarında bir Yahudi devleti kurulmasına destek olacağını belirtiyor. Söz konusu Lord Arthur Balfour bundan 12 yıl önce, 1905 yılında, Rus pogromlarından kaçan Doğu Avrupa Yahudilerinin İngiltere’ye gelmesini engelleyen yasayı Başbakanlığı sırasında çıkaran kişi⁸. Bu dönemde “Hristiyan Siyonizmi” diye bir akım var. Hristiyan çoğunluğu olan toprakların Yahudilerden arındırılması gerektiğini düşünüyorlar, Yahudilerin “vaadedilmiş topraklara” dönüşünün de İsa Mesih’in İkinci Gelişi için önkoşul olduğuna, bununla birlikte Kıyamet Günü’nün geleceğine ve Hristiyanlığı kabul etmeyen tüm Yahudilerin cehennemde yanacağına inanıyorlar.⁹ Yani bu inanışa göre Yahudilerin Filistin’e gitmesini desteklemek lazım ki cehennemde yanacakları gün yakınlaşsın. Balfour da bu akımdan etkilenen Protestan bir antisemit. Yahudi devletin kurulmasını desteklerken aman aman İngiltere’ye gelmesinler diyor. Siyonist hareket ise ilk günden itibaren bu görüşleri bilinen Lord Arthur Balfour’u müttefik olarak görüyor.
Benzer bir biçimde, Alman Siyonist Federasyonu’nun da Nazi Almanya’sıyla 1933’te, Yahudiler arasında ciddi tartışma ve ayrışmalara neden olan bir anlaşma imzaladığı biliniyor. Ha’avara Anlaşması olarak bilinen bu anlaşmayla, 1933-1939 yılları arasında Filistin’e göç eden Alman Yahudilerin Almanya’da bıraktıkları mülk ve malvarlığı karşılığında Alman üretimi malların Filistin’deki Yahudi cemaatine (Yişuv) gönderilmesi sağlanmıştı.¹⁰ Böylece kurulmakta olan İsrail devletinin 1933-1939 arasında malvarlığının %60’ı Nazi Almanya’sı tarafından sağlanmış oldu. Bu sırada Yahudiler uluslararası bir Nazi Karşıtı Boykot örgütlüyordu, Siyonist Federasyon’un bu anlaşması aynı zamanda boykotu kırmış oldu. 53.000 Alman Yahudisi de bu süreçte Nazi işbirliğiyle Filistin’e taşındı.¹¹ Yine bu yıllarda Nazi delegasyonları Siyonistlerin daveti üzerine Filistin’i ziyaret ettiler. 1937 davetli olarak ziyaret edenler arasında meşhur Nazi subayı Adolf Eichmann vardı. Yani Holokost’taki suçlarından ötürü yargılanmak üzere 1960’ta yakalanıp getirildiği İsrail’e bir önceki gelişi, burasının Yahudiler tarafından adım adım işgal edilişini desteklemek üzere olmuştu. Ama böylesine antisemit bir projenin ürünü olan İsrail’i eleştirmek bugün her nasıl oluyorsa Holokost’u savunmakla eş anlamlı kılınıyor.
Yazının devamına buradan ulaşabilirsiniz.