“Ekofeminizm (yemek yapma, ev ve çocuk bakımı vb.) ev işleri, gündelik hayatta kullanılan aletlerin yapımı için dünyanın bir ucunda aşırı sömürülen işgücü veya ekosistemlerin ıslahına yönelik çalışmalar gibi, hayatlarımızın ve ekonominin vazgeçilmezi olduğu halde görünmez kılınan işleri görünür kılmaya çalışıyor.”

Toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlamanın çok ötesinde; öyle ki sadece insanlar için değil, doğa ve doğanın bir parçası olan tüm canlılar için adalet isteyen ekofeminizmin görünür kılınması gerektiği kaçınılmaz bir gerçek.
Çatlak Zemin, ekofeminizme yönelik ilginin artmasına vesile olmak için 2021 Mart’ında Reporterre dergisi tarafından Fransızca olarak yayınlanan röportajın çevirisini sayfalarına taşıdı. Ekofeminizmin Fransa örneğine bir pencere açan Être écoféministe: théories et pratiques(Ekofeminist Olmak: Teori ve Pratik) kitabı yazarı Jeanne Burgart Goutal, ekofeminist hareketin feminist, çevresel, ırkçılık karşıtı vb. mücadeleler arasındaki ilişkileri saptayarak egemen sisteme topyekûn meydan okumak için nasıl yola çıktığını anlatıyor.
Röportajdan öne çıkan noktalar şöyle:
Laury-Anne Cholez: Ekofeminizm hakkında çok fazla konuşuluyor, ama kavram gerek ekolojistler gerekse feministler tarafından henüz yeterince anlaşılmamış gibi görünüyor. Siz bu kavramı nasıl tanımlıyorsunuz?
Jeanne Burgart Goutal: Ekofeminizm günü birlik bir kavram değil; aksine, 1970’lerde farklı dertler etrafında bir araya gelen kolektiflerden ve bu kolektiflerin gerçek mücadelelerinden doğmuş bir harekettir.[i] Bu kolektifleri ve mücadelelerini ortaklaştıransa, ekolojik kriz ve patriyarka arasında ayrılmaz bağlar olduğu düşüncesidir. Ekofeministlere göre, doğanın sömürülmesi ile erkek egemenliği aynı derin köklere dayanmakta ve nesneleştirme, değersizleştirme, şiddet gibi benzer mekanizmaları kullanmaktadır.
Daha genel anlamda, ekofeminist analiz, bu ister sınıf, ister “ırk,” ister Kuzey’in Güney’e karşı üstünlüğü, vs. olsun her türden tahakküm biçimi arasında ilişki kuruyor. Günümüzde kesişimsellikten çok fazla söz ediliyor. Oysa çevresel ve toplumsal adalet meselelerini bir araya getirmek zaten ekofeminizmin talebiydi. Sözgelimi, nüfus kontrolü adı altında Hindistan’daki kadınlara uygulanan zorunlu kısırlaştırma gibi, zımnen cinsiyetçi olan neokoloniyalist çevrecilik biçimlerinin reddi ekofeminizmin bu talebine örnektir. Ya da bir kısım kadının, olumsuz toplumsal veya çevresel sonuçlar doğurmak pahasına özgürleşmesinin göklere çıkarılmasını reddetmek de yine bu tavra örnektir.
Dolayısıyla, kadın-erkek eşitliğinde kaydedilen ilerlemeler, çocuk bakımı ve ev işleriyle ilgilenen en güvencesiz kesimin sırtından sağlanmış oluyor.
İşte ana-akım feminizmin gözden kaçırdığı nokta da bu. Sosyolojik açıdan bakıldığında, en tanınmış feminist teorisyenler, olan biteni kendi toplumsal konumlarından yola çıkarak değerlendiren, böylece patriyarkal yanıtları yeniden üreten burjuva veya orta sınıf beyaz kadınlardan oluşuyordu. Ekofeminizm (yemek yapma, ev ve çocuk bakımı vb.) ev işleri, gündelik hayatta kullanılan aletlerin yapımı için dünyanın bir ucunda aşırı sömürülen işgücü veya ekosistemlerin ıslahına yönelik çalışmalar gibi, hayatlarımızın ve ekonominin vazgeçilmezi olduğu halde görünmez kılınan işleri görünür kılmaya çalışıyor. Özgür erkek ve köle ayrımının geçerli olduğu Antik Yunan’dan beri tanıklık ettiğimiz bir durum bu, ki o dönem mal paylaşımında hayvanlarla bir tutuldukları için, kölelere insana layık görülmeyen işler veriliyordu. Dolayısıyla artık, hakir görülen geçimlik işleri başkalarının sırtına yüklemeyi bırakıp, bu konuda ortak sorumluluk almalıyız. Öte yandan, ebeveynlerin çocuklarına çöpçü, çiftçi ya da temizlikçi kadın olmalarını öğütlememesini öngören toplumsal başarı imgesini de sorgulamaya açan bir yaklaşım bu. Bizler bu hayati önemdeki işlere hem etik hem mali anlamda değer vermeli, bu işleri kesinlikle daha adil paylaşmalı, hatta meseleyi yeni bir işbölümü modelini gündemleştirmeye kadar ileri götürebilmeliyiz.
Ekofeminizm erkeklerin kadınları, insanların doğayı istismarı gibi farklı sömürü ve istismar biçimleri birbiriyle ilişkilendiriyor. Bu bakımdan, sömürgeci tahakkümü de adres göstermiyor mu?
Evet, ekofeminist teoriler her zaman cinsiyetçilik, ırkçılık, patriyarka ve sömürgeleştirme arasındaki bağlantılara dikkat çekmiştir. Bununla beraber, ırk ve sömürgecilik meseleleri ekofeminizmin merkezinde yer tuttuğu halde, ırkçılık karşıtı hareket ile çevreci hareketi bir araya getirmek gerçekten zor. Genellikle, bu amaçlar uğruna mücadele veren aktivistler aynı çevrelerde bulunmuyor, aynı dili konuşmuyor ya da aynı noktalara temas etmiyor. Fakat iki alan arasında köprü kurma çabalarına da şahit olmuyor değiliz: Fransa merkezli ırkçılık karşıtı Adama hareketi ile Climate Generation örgütünün 2020 Temmuz’unda Beaumont-sur-Oise’deki [Val-d’Oise] ittifakı mesela bunun bir örneği. Tabii, Parislilerin bir kısmı için yan yola sapmak öyle kolay olmuyor. Yine de, bu girişimler her zaman aynı anlayışla ilerleyecek diye bir şey yok.
Size ilham veren günümüz ekofeministleri kimler?
Geçtiğimiz günlerde (sınırları içinde nükleer atık alanı yapılması planlanan kuzeydoğu Fransa’daki) Bure köyünde yaşananlarla birlikte, Fransa’da nükleer meselesi ekofeminist hareketin asli talepleriyle yeniden bağlantı kurar biçimde tekrar gündeme geldi. Bazı ZAD’ların [zones à défendre – aktivistlerin tahrip edici gelişmeleri önlemek için işgâl ettiği “savunma alanları”] kendi usullerince, ekofeminizmin ilk zamanlarındakilere benzer ütopyalarını da, tam da onun “alternatif” yanıyla benimsediklerini görüyoruz. Ekofeminizmin gündelik hayattaki etkisinin arttığına da şahitlik ediyoruz. Bu anlamda, önemli mücadele alanlarından biri de yakın ilişkiler, beden ve cinsellik: Genç kadınlar ilişkilerini “patriyarkadan arındırmaya” çalışıyorlar. Gıda meselesi de günümüz ekofeminist hareketinin merkezinde yer alıyor. Örneğin, ebeveynler tarafından kurulmuş bir girişim olan Front de mères [Anneler Cephesi], Seine-Saint-Denis bölgesindeki okul kantinlerinde vejetaryen alternatifler olması için mücadele ediyor. Öte yandan, kendilerini ekofeminist olarak nitelendirmeseler dahi, kadınların öncülük ettiği çevre mücadelelerinin en sürekli olduğu yer Güney Afrika gibi görünüyor.
Çevirinin tamamına ulaşmak için tıklayın.