Haftalık Gazete yazarı Necla Ece, İstanbul Sözleşmesi tartışmasının AKP içindeki kutuplaşma ve bu kutuplaşmanın olası sonuçları üzerine yazdı.
Türkiye, karpuz gibi ortadan ikiye bölünecek, yüksek düzeyli siyasi kutuplaşma yaşayacak konu sıkıntısı çeken bir ülke değil. Hepimiz burada yaşıyoruz; bu kutuplaşmadam hepimiz kendimizce nasibimizi alıyoruz.
Ama galiba ilk kez, bu kutuplaşma, ayrışma, ikiye bölünme Ak Parti’nin kendi içinde de yaşanıyor; hatta bu ayrışmadan Erdoğan ailesi de nasibini alıyor.
Evet, kadına karşı şiddetten, bu şiddeti önlemek için 2011 yılında bizzat Ak Parti hükümetinin öncü olmasıyla hazırlanan ve İstanbul’da imzalandığı için de ‘İstanbul Sözleşmesi’ adı verilen metinden, o sözleşmeden ayrılmak isteyen Türkiyeli bazı ultra-muhafazakarlardan söz ediyorum.
Bir yanda Abdurrahman Dilipak (Akit) veya Yusuf Kaplan (Yeni Şafak) gibi “Sözleşmeden hemen çıkmak lazım” diyen, sözleşmede kalınmasını arzu eden Ak Partili kadınları “Ak Parti’nin papatyaları” ve hatta “fahişeler” diye niteleyen (Abdurrahman Dilipak yine) köşe yazarları; bir yanda ise Ak Parti’nin kadın milletvekilleri, Türkiye’nin başta muhafazakar olanları olmak üzere kadın örgütleri…
Bir yanda, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın oğlu Bilal Erdoğan’ın yönetim ve himayesindeki TÜGVA var; onlar İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılmasını, tamamen çıkılmıyorsa da bazı maddelere çekince konmasını istiyor.
Öteki tarafta, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kızı Sümeyye Erdoğan Bayraktar’ın himayesindeki KADEM; onlar da sözleşmeyi savunuyor.
‘Modern mahrem’den ‘modern kamusal’a
Evet yanlış okumadınız, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın oğlu ile kızı bu kutuplaşmada ters taraflarda kaldılar.
Bu konuda bir bilgimiz yok ama, içimde bir ses, aslında Emine Erdoğan’ın da Sümeyye Erdoğan gibi düşündüğünü ve İstanbul Sözleşmesi’ni kadına karşı şiddeti engellemeye çalıştığı için desteklediğini söylüyor.
Türkiye’de neredeyse istisnasız bütün kadın örgütleri İstanbul Sözleşmesi’ni savunuyor.
İstanbul Sözleşmesi’nden çıkmanın Erdoğan’a siyasi bedeli ağır olur
Sözleşme, 2011 yılında, Türkiye’nin ön ayak olmasıyla İstanbul’da yapılan bir uluslararası konferans sonrasında imzalanmıştı. Türkiye, yazımına da ciddi katkı sağladığı metnin ilk imzacısı. O zamanlar da Türkiye’yi Ak Parti yönetiyordu; Abdullah Gül Cumhurbaşkanıydı, Tayyip Erdoğan Başbakan, Ahmet Davutoğlu Dışişleri Bakanı.
Ak Parti hükümeti, “Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesi İçin İstanbul Sözleşmesi” adlı uluslararası hukuk metnini imzalamakla yetinmedi; bu uluslararası anlaşmayı iç hukuk metni haline getiren bir de yasa çıkardı.
Bu yasanın önemi şu: Kadın karakola gidip evde şiddet gördüğünü söylediğinde, evet onun beyanı esas ama polis gelip araştırma yapıyor. Bu araştırmanın sonunda mahkeme kadının gerçekten şiddet gördüğüne karar verirse, kocanın evden uzaklaştırılması mümkün olabiliyor. Ama sanmayın ki bu otomatik bir işlem. Daha birkaç hafta önce Adalet Bakanlığı açıkladı; geçen yıl 41 bin evden uzaklaştırma başvurusu mahkemeler tarafından reddedilmişti. Yani mahkeme herkesi ayırmıyor, delile, tarafların beyanlarına vs pek çok şeye bakıyor.
Maksat dövüp hesap vermemek
Evde şiddete maruz kalan kadınlar açısından, yüzde 100 yeterli olmasa da bu yasa önemli bir güvence sağlıyor. “Bana dokunursan polise giderim” demiş oluyor kadın bir yerde.
Dolayısıyla, araya bir sürü laf kalabalığı giriyor, yok eşcinseller yok toplumsal cinsiyet eşitliği vs vs ama Türk kadını açısından, İstanbul Sözleşmesi’nin ve ona bağlı yasanın kaldırılmasını savunan erkeklerin ne istediği belli: Karılarını, kızlarını kimseye hesap vermeden dövmek istiyorlar.
O yüzden, İstanbul Sözleşmesi, kadınlar açısından siyasi tutumlardan, siyasi, ekonomik, etnik, dini kimliklerden öte bir şey, bir çeşit birleştirici ve eşitleyici. Bu sözleşmeyi savunmak konusunda Hakkari’deki Türkçe bilmeyen kadınla, Konya’daki tarikat ehli kadın, Rize’de bahçede çay toplayanla, İstanbul’da bankada yöneticilik yapan veya aynı bankada akşamları temizliğe gelen kadının tutumu aynı. Bütün kadınlar için bu sözleşme çok büyük bir kazanım.
“Mahremiyet”e inanılan, “Kol kırılır yen içinde” denen, “Aile içinde çözeriz” diye konuşulan bir ülkede, kadına karşı şiddet söz konusu olduğunda bu mahremiyetin tam tersine büyük bir mağduriyet yarattığını en iyi kadınlar biliyor. Ve o yüzden, artık dayak yedikleri için veya cinsel saldırıya uğradıkları için utanç duymuyor, aksine mağdur olarak polise daha fazla başvuruyorlar. Bir yerde bu erkek usulü “mahrem” anlayışı, ciddi bir kamusallaşmaya dönüşüyor.
Yazının devamına buradan ulaşabilirsiniz.