“Feminist Şehir” kitabının yazarı akademisyen Leslie Kern, şehir planlamalarının ve kentsel alan tasarımlarının hangi açılardan erkeklere odaklandığını ve feminist şehirlerin aile içi şiddeti nasıl engelleyebileceğini anlatıyor.
Leslie Kern, Kanada, Sackville’deki Mount Allison Üniversitesi’nde coğrafya ve çevre profesörü ve kadın ve toplumsal cinsiyet çalışmaları direktörü.
Toplumsal ilerlemenin kalesi olarak şehirlerin tarihlerinin, kadınlar ve geçmişte ve bugün toplumsal ve politik olarak baskıya maruz kalan diğer insanlar için dönüştürücü yerler olabileceğine inanıyor.
Ancak, “Feminist Şehir” başlıklı yeni kitabında Kern, potansiyellerine rağmen şehirlerin uzun süredir kadınlar, özellikle de siyah kadınlar ve engelli kadınlar açısından sınıfta kaldığını söylüyor. Kern, The Lily’ye feminist şehirlerin aile içi şiddeti nasıl engelleyebileceğine ve ebeveynleri nasıl daha iyi destekleyebileceğine inandığını, şehir planlamacılarının neden feminist teori okuması gerektiğini ve koronavirüs salgınının, şehirlerin tüm sakinleri için daha adil yerler olmak için nasıl değişmesi gerektiğini ortaya koyduğunu anlattı.
Julianne McShane: İlk önce muhtemelen birçok okuyucunun aklındaki bir soruyu sormak istiyorum: Bir şehri feminist yapan nedir?
Leslie Kern: Feminist bir şehir, çoğunlukla şehrin ekonomik işine öncelik vermektense, bakım işine – hepimizin birbirimizle ilgilenmek ve insan olarak hayatta kalmak için yaptığımız işe – öncelik veren bir şehir olacaktır. Dolayısıyla, barınma, ulaşım, yemek, çocuk bakımı, tüm bu alanlarda denenebilecek pek çok yol var ama benim için feminist bir şehrin temelini oluşturan temel ilkelerden biri bu.
Kitapta vurguladığınız ve özellikle şu anda pandemi ile ilgili olan bir konuya bakmak istiyorum ve bu da aile içi şiddet. Kısmen pandemiye bağlı olarak dünya genelinde aile içi şiddet vakalarının arttığını gördük ve şiddete maruz kalanların çoğu kadın. Tam bu noktada, şehirlerin çekirdek aileler için nasıl tasarlandığını ve kadınları çoğu zaman korumada neden başarısız olduklarını düşündüğünüzü merak ediyorum.
LK: Kent ortamındaki konutların çoğu, hala oldukça modası geçmiş bir geleneksel çekirdek aile kavramı etrafında tasarlanıyor ve insanların nasıl yaşamak isteyebilecekleri ve evlerini nasıl kurabilecekleri konusunda pek başka seçenek mevcut değil. Ve bence bunun altında yatan, ailenin bir nevi toplumun temel yapı taşı olduğu varsayımı ve aynı zamanda bu yapı taşının, devletin müdahale etmemesi gereken mahremiyet alanı olduğu varsayımıdır. Ev içi şiddetin hükümetler tarafından bir suç olarak kabul edilmesi için büyük bir mücadele verildiğini biliyoruz ve ailenin yaşadığı evin mahremiyeti hala görünmezliğini koruyor. Ancak kadına yönelik şiddeti düşündüğümüzde, korkuyu düşündüğümüzde, kadınlar ve çocuklar için en tehlikeli yerler evlerin içiyken, aklımıza daha kamusal şiddet, sansasyonel suçlar veya seri katiller geliyor. Kamu güvenliği ve aile içi şiddeti çok uzun zamandır birbirinden ayırmış durumundayız ve bu ikisinin birbiriyle hangi noktalarda buluştuğunu ve her ikisine de cevap verebilecek veya en azından birbirleriyle ilişkili olduğunu kabul eden müdahalelerde bulunmanın yollarını düşünmüyoruz.
JM: Kitapta irdelediğiniz müdahalelerden biri, şehirlerdeki daha geniş toplumsal cinsiyet eşitsizliği sorunuyla ilgili olarak, toplumsal ilişki ağlarının alternatif biçimlerinin, orantısız bir şekilde kadınların omzuna yüklenen bakım işini paylaşmaya nasıl yardımcı olabileceği. Özellikle, kadınların şehirlerde kendilerini daha güvende hissetmeleri için kadınlar arasında kurulan arkadaşlıkların önemine değiniyorsunuz. Kadınlara odaklanan bu daha güçlü topluluk ağları etrafında şehirler tasarlamanın aile içi şiddeti engellemede rol oynayabileceğini düşünüyor musunuz?
LK: Kesinlikle, birkaç nedenden ötürü – bunlardan biri, aile içi şiddetin, neler olup bittiğini görecek ve duyacak başka kimse olmadığı çekirdek aile evinde gizlendiği mahremiyet içinde artmasıdır. Öyleyse, farklı tanık müdahalesi olasılıklarının yaratıldığı ya da diğer insanların sadece neler olduğunu fark etmelerini sağlayacak başka tür yaşam düzenlemelerimiz olursa, o görünmezlik – bu aşırı mahremiyet – ortadan kaldırılır.
Aynı zamanda bu tek bir kişiyi, ister duygusal, ister maddi destek anlamında olsun, dayanak olarak görmenin önüne geçer. Bu tek kişiye bağımlı olma hali aile içi şiddete katkıda bulunuyor; kadınlar evden ayrılmıyor veya ayrılamayacaklarını hissediyor çünkü, partnerlerine bağımlı bir noktada buluyorlar kendilerini. Dolayısıyla, bu toplumsal ilişki ağlarını genişletirseniz, potansiyel bir tacizciye olan bu tehlikeli bağımlılığı engelleyerek hepimizin birbirine karşılıklı bağımlı olmasını sağlamış olursunuz.
JM: Ayrıca şehirlerin bakım işlerine saygı göstererek veya öncelik vererek düzenlenmediklerini de yazıyorsunuz. Belki de kadınların üstlendiği en yaygın bakım işi annelik. Bunu son zamanlarda daha da net görmüş olduk çünkü pek çok insan, karantina sürecinde evde hem ebeveynliği hem de profesyonel işlerini aynı anda yürütmeye çalıştı. Kitapta hem Londra’da hem de Toronto’da bekar bir anne ve yüksek lisans öğrencisi olarak sorumluluklarınızı yönetme deneyiminizden bahsediyorsunuz. Sizin yaşadığınız şehirler hamile bedeninizi tanımayı hangi açılardan başaramadı?
LK: Toplu taşımada hissettiğim ihtiyacın içgüdüsel bir yanı vardı, aniden o özel koltuğu isteyebilecek veya buna ihtiyaç duyan kişi olduğunuzda, çok az insanın etrafındaki diğer insanları önemsediğini görüyorsunuz, bir tür kentsel kayıtsızlıktan söz ediyorum. Dolayısıyla vücuduma veya muhtemelen farklı şekillerde yardıma ihtiyaç duyan diğer birçok bedene çok fazla ilgi veya ilgi gösterilmiyordu.
Hareket kabiliyetiniz hamileyken ve özellikle küçük bir çocuğunuz olduğunda değişir ve şehrin sağlıklı, engelsiz, oldukça genç bir insanın rahatça hareket etmesi için kurulduğunu fark edersiniz. Ama bir çocuk taşıyorsanız, çok sayıda paketiniz varsa, yaşlıysanız, kronik bir hastalığınız varsa, şehir varlığınızı, hareket kolaylığınızı, işinizi, kamusal alanlardan keyif almanızı gerçekten kolaylaştırmıyor.
JM: Bunun şehir planlamasının erkek egemen bir meslek olması gerçeğiyle ne kadar ilgisi var?
LK: Bence bununla büyük bir ilgisi var. Bence insanlar her ne kadar ön yargılı bir bakış açısıyla da olsa kendi deneyimlerini referans alıyor, öncelikleri birçok yönden kendi gerçekliklerini yansıtıyor, şehirdeki hareketin evden eve oldukça doğrusal bir yolculuk etrafında, diğer her şeyinse sonradan akla gelen bir düşünce gibi düzenlenmesi gibi. Bu biraz da biraz ironik çünkü kadınlar toplu taşıma kullananların çoğunluğunu oluşturuyor ve erkeklere kıyasla arabaya erişimleri daha az ve bu doğrusal olmayan, daha karmaşık, daha zor yolculukları yapan da yine onlar.
Söyleşinin devamına buradan ulaşabilirsiniz.
Kaynak: The Lily