Gazeteci Barçın Yinanç, geçtiğimiz hafta başbakanlık koltuğunda 15. yılını dolduran Almanya’nın soğukkanlı şansölyesi Angela Merkel’in siyaset tarzı ve Türkiye-Almanya ilişkilerine yansımaları üzerine yazdı.
Görsel: Financial Times
Barçın Yinanç
Angela Merkel geçtiğimiz Pazar günü başbakanlık görevinde tam 15 yılı doldurdu. Tekrar göreve talip olmadığını açıkladığı için, gelecek sene koltuğundan ayrılırken 16 yılını doldurup, en uzun başbakanlık rekorunu elinde tutan mentoru Helmut Kohl’ün rekorunu egale edecek.
Merkel bu göreve pek çok ilklerle geldi. İlk kadın olmasının yanı sıra başbakanlık koltuğuna oturan ilk Doğu Alman kökenli siyasetçi ve ilk bilim insanı oldu. Fizikçi olmasının getirdiği bilime dayalı bakışın ülke yönetimine yaptığı katkının en somut kanıtı özellikle Covid-19 pandemisiyle mücadelede ortaya çıktı. Almanya pandemiyle göreceli olarak en iyi mücadele eden ülkeler arasında gösterilirken, Merkel’in giderayak ülkede popülerliğinin artmasında sağlık krizini yönetme şekli büyük rol oynadı.
Gönülsüz Avrupa Lideri
Merkel iktidara geldiğinde Almanya’ya odaklanmak istediği için uluslararası ilişkilerde ön plana çıkmak gibi bir hedefi yoktu. Hatta denebilir ki özel bir Avrupa Birliği (AB) vizyonu da yoktu. Ancak Almanya’nın Avrupa içindeki ekonomik gücü nedeniyle kaçınılmaz olarak kendisini 2008’de patlayan finansal krizin merkezinde buldu.
Sakin, soğukkanlı kişiliği, provokasyonlara prim vermemesi, popülizmden uzak durması kriz yönetiminde kendisine hak edilmiş bir itibar getirdi.
Son on yıldır Avrupa solunun güçlü siyasetçiler çıkaramaması, sağ kanattakilerin ise popülizmin kolaycılığına kaçarak merkezden uzaklaşıp uçlara kaymasının ortaya çıkardığı liderlik boşluğunu Merkel tek başına doldurmak zorunda kaldı. Günümüzde hangi uluslararası ilişkiler uzmanına sorsanız Avrupa’da lider olarak bir tek Merkel’i gösterir.
Siyasi stili Türkiye’yle inişli çıkışlı ilişkileri yönetmesinde de önemli rol oynadı. İlerde anılarını kaleme alırsa kendisini en çok zorlayan ülkenin Türkiye olduğunu yazması şaşırtıcı olmaz.
Ayrıcalıklı Ortaklık-Ahde Vefa
Göreve geldiği ilk dönemlerde yaptığı açıklamalarındaki açık sözlülüğü Türkiye’yle soğuk bir başlangıç yapmasına neden oldu. Tam da AK Parti’nin AB’ye girme hedefiyle başlattığı reform rüzgarının estiği bir dönemde, Türkiye’nin AB üyeliğine karşı olduğunu söylemesi, “Türkiye gerekenleri de yapsa AB’ye girmesine izin vermezler” diyenlerin ekmeğine yağ sürdü.
Merkel’in gündeme getirdiği ayrıcalıklı ortaklık kavramı Türkiye tarafından “biz zaten ayrıcalıklı ortağız” yanıtıyla geri püskürtüldü.
Merkel, Latince “Pacta Sund Servanda” olarak bilinen, “Ahde Vefa” ilkesi doğrultusunda, AB’nin Türkiye’ye verdiği sözlere sadık kalacağını belirterek ortamı yumuşattı. Hiç kuşkusuz sadakatın Türkiye-AB ilişkilerinde en az bulunan ilkelerden biri olduğunun farkındaydı.
Şansına Nicolas Sarkozy’nin 2007’de Fransa cumhurbaşkanı olmasıyla Merkel Türkiye’nin AB üyeliğine karşıtlıkta bayrağı Elize Sarayı’na devretti. Bu görevi dünden üstlenmeye hazır Sarkozy sayesinde şimşeklerin Berlin’den Paris’e kaymasını sağladı.
2015 mülteci krizi “Bunu yapabiliriz”
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’la yıldızı pek barışmadı. Ta ki 2015’teki mülteci krizine kadar.
Suriye iç savaşıyla artan mülteci baskısı karşısında Avrupa’daki pek çok ülkenin tersine Almanya’nın kapılarını açtı. Kendi ülkesinde de İslam ve mülteci karşıtlığı yükselişte olmasına karşın popülizme prim vermedi.
Bölünmüş Almanya’nın Doğu tarafında büyümesi ve kadın olması bu tutumunda rol oynamış mıdır?
Belki de.
“Wir shaffen das,” yani “Bunu yapabiliriz” sözleri başbakanlığının en önemli mottosu olarak tarihe geçti. Almanya’nın çok güçlü bir ülke olduğunu vurgulayarak, çok sayıda mülteciye eve sahipliği yapabileceğine dönük mesajları hem Almanya hem de kendisine moral üstünlük sağlasa da siyaseten bedeli yüksek oldu.
Açık kapı politikasına özellikle göç ve Müslüman karşıtı liderlerin yükselişte olduğu diğer Avrupa ülkeleri arka çıkmazken içerde de destek oranı çok sert bir düşüş yaşadı. 2015 yılında bir milyona yakın mültecinin Almanya’ya gelmesine izin verilmesi bazı gözlemcilere göre göçmen karşıtı aşırı sağcı Almanya için Alternatif Partisi’nin (AfD) yükselmesine yol açtı. Merkel’in destek oranı yüzde 45’e düşerken bir sonraki seçimlerde aday olup olamayacağı tartışılmaya başlandı.
AB ülkelerinin belirlenen kotalar ölçüsünde mültecilere ev sahipliği yapması için getirdiği önerisi kabul görmeyen, içerde de oy oranında irtifa kaybeden Merkel çok stratejik bir karar alarak rotayı Ankara’ya çevirdi.
Türkiye’de Haziran 2015’te yapılan ancak 1 Kasım’da yenilenen seçimlerin hemen öncesinde 18 Ekim’de İstanbul’a gelerek Cumhurbaşkanı Erdoğan’la görüşmesi, Almanya’da AK Parti’ye dolaylı destek anlamına geldiği yorumlarıyla şiddetle eleştirildi.
Ankara Merkel’in elini rahatlattı
Ağırlıklı olarak o dönem başbakanlık koltuğunda oturan Ahmet Davutoğlu’nun önderliğinde kotarılan Mart 2016 tarihli Türkiye-AB mülteci anlaşması, Merkel’e kariyerinde yaşadığı en büyük sorun karşısında büyük rahatlama sağladı denebilir.
Ekim 2015-Mayıs 2016 arasındaki bir buçuk yıllık süre içinde, Türkiye’yi (2’si uluslararası zirveye katılım amaçlı) 5 kez ziyaret etti.
Ancak Temmuz 2016’daki darbe teşebbüsü ilişkiler açısından da darbe etkisi yarattı. Avrupa’dan geç gelen destek mesajları, darbe başarılı olsaydı, Avrupa başkentlerinin çok da üzülmeyeceği algısı yarattı. Alman basınında şiddetini giderek artıran Erdoğan karşıtlığı, darbe teşebbüsünün ardından kaçan bazı Gülenci şüphelilerin Almanya’ya sığınması, Türk asıllı Alman gazeteci Deniz Yücel’in Türkiye’de tutuklanması ve benzeri krizlerle ilişkiler gerildikçe gerildi.
2017 Eylül’ünde Almanya’da yapılacak seçimler öncesinde Merkel birebir Erdoğan’ın hedef tahtasında idi.
O yılın Mart ayında Erdoğan Merkel’e Almanlar için en büyük hakaret sayılan Nazi benzetmesinde bulundu. Seçimlerden kısa bir süre önce Erdoğan’ın “Almanya’da yaşayan Türklere oy vermeyin” çağrısında bulunduğu partilerin başında Merkel’in partisi geliyordu.
Merkel’in dördüncü seçim başarısı
2015’deki mülteci krizindeki tutumu nedeniyle sandıklara gömülür denen Merkel, iki sene içinde toparlanarak seçimleri kazandı.
Nasıl mı yaptı? Pragmatizmi ve soğukkanlılığı sayesinde. Bir yandan Almanlara 2015’te gösterdikleri ev sahipliğine teşekkür ederek kendisini destekleyenlere arka çıktı, öte yandan 2015’te yaşananlar bir daha yaşanmamalı diyerek kendisini eleştirenlere de çiçek attı.
Elbet Mart 2016’da yapılan anlaşmaya, Türkiye’nin çok büyük uyum göstererek mülteci akınının en azından Ege üzerinden neredeyse bıçak gibi kesilmesi de Merkel’in elini rahatlattı.
Aynı Türkiye’den Merkel’e seçim öncesinde gelen hakaretamiz açıklamalar karşısında ise hiç sesini çıkarmadı. Hiçbir zaman ağız dalaşına girmedi. Her daim sükûnetini korudu. Basının tüm beklentisine karşın, Erdoğan’a benzer tonda cevap vererek Alman kamuoyunda prim toplama yoluna gitmedi.
Kendince önemli gördüğü ulusal çıkarları hislerinin hep önünde tuttu. Hiçbir zaman Erdoğan’la iletişim kanallarını koparmadı.
Ancak tepkisiz de kalmadı. Türk ekonomisine büyük darbe vurmayacak ancak yine de acıtacak dozda yaptırımlar uyguladı. Yine bunu davul zurna çalarak değil, Türk yetkililerin “yaptırım silahına” karşı vereceği sesli tepkilere yol açmamak için, olabildiğince sessizce uygulamaya koydu. Alman yatırımlarında görülen ciddi yavaşlamayla Türkiye’ye ciddi bir mesaj verdi.
Başta Fransa olmak üzere Aralık ayında yapılacak olan AB zirvesinde Türkiye’ye yaptırım kararı alınmasına karşı Merkel’in tek başına karşı çıkması -o Merkel ki zamanında Türkiye’nin üyeliğine karşıyım demişti- kaderin cilvesi sayılamaz.
Merkel hala Türkiye’nin AB üyeliğine karşı. Ancak Alman başbakan Türkiye’yle ilişkilerin kopmasına da karşı. Almanya’nın çıkarları açısından Türkiye’nin kaybedilemeyecek kadar önemli bir ülke olduğu görüşünde.
Hiç kuşkusuz Türkiye’yle ilişkileri yönetim biçimi Merkel’in siyasi kariyerindeki başarı unsurlarının en çarpıcı örneklerini barındırması açısından büyük önem taşıyor.
Elbette başarı kriterinin bakış açısında göre değişkenlik gösterebileceğini not ederek yazıyı noktalamakta fayda var.