“Sizin ziyaretinizden sonra hayatım gün geçtikçe biraz daha değişti. Malum sebepten tercihim olmayan bir hayatın içinde buldum kendimi. Başkalarının yazdığı bir senaryoda bana da roller yazılmıştı. Ve eski hayatımın yerinde esen yeller. Günler, aylar, ölüm yıldönümlerine bir de yetmezmiş gibi talik olan mahkemelere göre taksimlendirildi. Düşman başına derler ya, düşmanıma dilemem.”

Türkan Elçi / T24
Sayın Bakan’ım, dün göreve yeniden başladığınızı duydum, memlekete vatana hayırlı olsun diyelim, diyelim belki olur. Uyuduğunu zannettiğim duygularımı depreştiren şeyler duyunca hemen klavyenin başına koşma gibi bir hastalığım var, içimden geçenleri yazmaya başlarım hem de pürtelaş, Sayın Bakan’ım.
Siz büyük ihtimalle hatırlamazsınız ne de olsa unutkanlık hastalığının iyileşmez çağındayız, fakat ben sizi hatırlıyorum. Ziyaretiniz göz dolduruyordu, yargı erkanı, emniyet mensubu, tekmil devletin gücü maiyetinizde, bizim odada matem havası.
Sizin ziyaretinizden sonra hayatım gün geçtikçe biraz daha değişti, oysa ben de her öğretmen gibi evden okula, okuldan eve gidip gelen, öğrencilerin, çocukların ihtiyaçlarını karşılayan, onları yarınlara hazırlama derdiyle hayatın olağan akışında kayıp giden sıradan bir vatandaştım. Malum sebepten tercihim olmayan bir hayatın içinde buldum kendimi. Başkalarının yazdığı bir senaryoda bana da roller yazılmıştı. Ve eski hayatımın yerinde esen yeller. Günler, aylar, ölüm yıldönümlerine bir de yetmezmiş gibi talik olan mahkemelere göre taksimlendirildi. Düşman başına derler ya, düşmanıma dilemem.
O günden sonra kaç sonbahar geldi geçti, kaç bahar gelmedi, on yaşındaki oğlum büyüdü, on yedi oldu. Artık o da her erkek gibi sakal tıraşı oldu Sayın Bakan’ım. Size babasız bir erkek çocuğu büyütmenin zorluğundan falan söz etmeyeceğim, ömrüm yettiğince üstesinden gelirim, neleri atlatmadık ki bunu mu atlatmayacağız Sayın Bakan’ım.
Bilmem duydunuz mu, muhtemelen duymamışsınız, eşimin davasında beş yılın ardından kerhen de olsa, dostlar alışverişte görsün kabilinden yargı süreci başladı.
Siz evimize geldiğinizde ben henüz hukuk ikinci sınıftaydım, sizden sonra okulu bıraktım, tekrar geri döndüm, okulu bitirdim, anlayacağınız meslektaşız Sayın Bakan’ım. Hayatımın ilk duruşmasına katıldım fakat avukat olarak değil, suikasta kurban bir hukukçunun, bir insan hakları savunucusunun eşi olarak Sayın Bakan’ım.
Siz Sabahattin Ali’yi hiç okudunuz mu?
Ben Sabahattin Ali’yi bildim bileli severim, fakat bir zaman sonra daha da sevmeye başladım, malum sebepten dolayı bilirsiniz. Ona ait bir satır okuduğumda kendimi yabancı ellerde bir dostu, akrabayı bulmuş gibi hissederim. Kan bağından kaynaklı değil de başka nedenlerden dolayı kurulmuş akrabalıklar daha da kıymetlidir. Mesela acıdan kaynaklı bir akrabalık. Kağnı Ses Esirler adlı eserinde geçen Kağnı öyküsünü okumuştum, hemen sonrasında yıllarca beklediğim duruşmaya katıldım. Öyküde geçen Sarı Mehmet’in anası gözlerimin önünde canlandı. Gitmek nedir bilmedi, salona geldi oturdu. Sarı Mehmet’in anasının sessizliğinde kendimi gördüm. Susup susup konuşmak istemeyen anası. Beş yıl umutla beklediğiniz duruşma salonunda sanık muamelesi görerek dışarıya atılmakla tehdit edildiğinizde Sarı Mehmet’ in anası gibi susar, konuşmak istemez insan, kelimeleri içinde biriktirir, yarınlarda konuşacağı kelimeler çoğaltır Sayın Bakan’ım. Mağdur olup sanık gibi muamele görmek! Kimsenin başına gelmesin, düşmanıma dilemem.
İddia makamı, yargıç, savunma makamı, duvarın dibine dizili kolluk güçleri. Salona hiçbir sanık getirilmedi, sanıkların yerine suçlanmak için biz vardık, yetmez miydi? Yeterdi artardı bile. Allah büyüktür dedim, bize de size de büyüktür dedim, ama kendi içimden. Tanrı bizi yaratırken bence bizi ödüllendirdiği, lütufta bulunduğu en önemli özellik içimizden kendi kendimizle konuşabilme özelliği. Çünkü ben hep içimden konuşurum, o gün de içimden konuştum, içimdeki sesler dalgalandı, dalgalar köpürdü Sayın Bakan’ım. Salonda sesimin yankısı içimde döndü dolaştı, kimse duymadı, Tanrım ne büyük bir Tanrısın, dedim. Bu haslet için teşekkürler, iyi ki de kimseler içimde büyüyen kelimelerin sesini duymuyor, dedim. Yarınlara biriktirdiğim kelimeler var Sayın Bakan’ım.
Kağnı’da bir tarla meselesi yüzünden Savrukların Hüseyin, Sarı Mehmet’i öldürür. Sarı Mehmet’in ihtiyar anasından başka kimsesi yoktur. Köyün imamı acı içinde kıvranan kadını karşısına alır “Ülen kocakarı, dava edersen ne kazanacaksın? Kim gider de Mevlüt Ağa’nın oğlu adam vurdu diye şahitlik eder? Kasaba iki günlük yol, gidersin şahitlerin gelmedi, haftaya uğra derler, mahkemen talik olur. Sen günü şaşırıp gidemezsin, candarma alır seni götürür, gayrı kendin bile istesen yakanı sıyıramazsın, evin barkın yıkılır. İşte bir kazadır oldu. Cenabı Hak böyle istemiş, Allah’ın emrine mahkeme ile mi karşı koyacaksın…” Sarı Mehmet’in anası ifadesinde hiçbir şey söylemedi. Yalnız “Ben kimseden davacı değilim” dedi. “Oğlun eceliyle mi öldü, vuruldu mu?” sorgusuna bile aynı cümle ile mukabele ediyordu. Oğlunun acısı daha içinden çıkmamıştı, fakat hükümet kapısına düşmek ona oğlunun ölümünden çok daha korkunç geliyordu. Otuz sene evvel bir kere kasabanın pazarında köylülerden biri bir torba bulgur çaldırmış ve bunu şahit göstermişti. O zaman tam altı ay mahkemeye gidip geldiğini ve tarlaların yüzüstü kaldığını düşünüyordu. Halbuki o zaman gençti de.“(1)
Kağnı kurgusal bir dünyanın ürünü, fakat o kadar sahici ki sıkıldıkça Sarı Mehmet’in anası ile konuşurum ben. Acıyı hisseden kadınlar birbirlerini tanımadan, görmeden birbirleriyle konuşur, uzaktan uzağa konuşur, Sayın Bakan’ım. Ülkede hemen hemen her gün kadınlar katlediliyor, kimi kadınlar da günlerce katledilen çocuğunun veya eşinin katillerinin hak ettikleri cezalarla cezalandırılması için adaleti sokaklarda arayıp duruyor. İşte bu kadınların tümü birbirlerini şahsen tanımamış olsalar da acıda tanış olurlar Sayın Bakan’ım.
Yazının devamına buradan ulaşabilirsiniz.