Elazığ Kadın Kapalı Cezaevinde tutuklu bulunan Demokratik Toplum Kongresi Eş Başkanı ve Demokratik Toplum Kongresi (DTK) Eş Başkanı ve eski Hakkâri Milletvekili Leyla Güven ile feminizm, siyasette kadın olmak ve cezaevi yaşamı üzerine bir söyleşi…
“Erkek yargı, Kürt kimliği ile siyaset yürüten siyasetçilere kadın kotası uyguluyor diye düşünüyorum. Tutuklu kadın milletvekili, belediye eşbaşkanı, il eşbaşkanı, meclis üyesi, kurum temsilcisi sayısına bakıldığında bu durum çok net görülecektir.”

Leyla Güven siyasi faaliyetleri nedeniyle, 24 Aralık 2009’dan itibaren yedi yılını cezaevinde geçirdi. Hakkında dava üzerine dava açıldı, açılıyor. Yargıtay tarafından onanan, İstinaf’ta onanıp Yargıtay’ı bekleyen ve hâlâ devam eden davaları var. İstenen cezaların toplamı on yılları buluyor.
Leyla Güven, 22 Aralık 2020’den beri tutuklu bulunduğu Elazığ R Tipi Cezaevi’nin kapatılması gerekçesiyle Elazığ T Tipi Cezaevi’ne sevk edildi.
Şubat ayında Çatlak Zemin’e söyleşi veren Leyla Güven, feminizmle olan ilişkisini, hakkındaki yargılamalarla ilgili son durumu ve cezaevinde yaşadıklarını anlattı.
Kendi ni feminist olarak tanımlıyorsun, senin feminist olmanı etkileyen şey ne oldu?
Ben de bütün hemcinslerim gibi ataerkil bir sistem içine doğdum. Bu sistemin kodlarında kadınlar ve doğa tam anlamıyla erkeklere hizmet etmek için yaratılmıştır. Aile içinde evin reisi erkek, baba oluyor, onun bulunmadığı, yetemediği yerde abi, erkek kardeş devrede oluyordu. Erkek dışarıda çalışıyor, kadın evde, ancak kadının yaptığı işin hiçbir önemi olmuyor. Dışarıdan gelen erkek evde terör estiriyor, “akşama kadar evde ne yaptınız ki” diyebiliyordu. Erkek çocuk soyumuzu sürdürecek, kız çocuğu yabancıya gidecek diyerek büyütülüyordu. Kadınlar ancak altmış yaşından sonra “erkekleştikleri” iddia edilerek cemaatte söz sahibi olabiliyordu. Dolayısıyla kadın, iradesi yok sayılan kuma, berdel, başlık parası, çocuk yaşta evlendirme, namus cinayeti denilerek katledilen bir konumdaydı. Böylesi bir sistemde benim de yetiştirilmem bu çerçevede gerçekleşmişti. 12 Eylül askeri darbesinin ardından Almanya’ya gitmiştim. Oradaki insanların yaşam biçimi çok “sıra dışıydı”. Kadınlar erkekler gibi giyiniyor, çalışıyor, her türlü faaliyete katılıyordu. Bu durum bende bir sorgulamaya vesile oldu. Kadınlar okuyor, çalışıyor, üretiyor ve yaşamını kendisi kuruyor ve kararlarını kendisi veriyordu. Bu durum tabii ki çok hoşuma gidiyor, ancak aynı ölçüde de kaygılandırıyordu. Çünkü böyle bir yaşamı benimsersem ailem nasıl karşılar? Tabii ki kıyamet kopardı. Daha sonra derinleşen Kürt sorunu kapsamında aktif mücadele kararı aldığımda hâlâ kadın bilinci ile değil, daha çok ulusal bilinç yani Kürt kimliği ile hareket ediyordum. Tabii ki 1994 yılında HADEP’te il yönetimi kurulu üyeliği ve kadın komisyonu başkanlığı görevini yürütmeye başladığım tarihe kadar. Benim için kadın-erkek çelişkileri o dönemde başladı. Beraber çalıştığım erkek arkadaşlarımın kadın çalışmalarını gereksiz görmeleri, kadınların yerine konuşma, karar alma nezaketsizliği, partinin bütün olanaklarını kendilerine kullanmaları ve daha birçok faktör, beni ve kadın arkadaşlarımı ciddi bir sorgulamaya itiyordu. Neden sorusu ortamımızda en çok sarf edilen sözdü. Bu sorgulama kısa sürede bizi özgün örgütlenmeye götürdü. Artık bizler gücümüzün farkına varıyor, kurum ortamlarında bile ne kadar sömürüldüğümüzü fark ediyorduk. Oysa mücadelenin bütün sahalarında en büyük emeğin sahibiydik. Egemen sistem erkekleri gözaltına aldığında işkence ediyor, kadınları aldığında ise hem işkence ediyor hem de taciz ve tecavüz ediyordu. Dolayısıyla kadın kimliğimize dönük saldırıları artık net olarak görüyorduk ve ulusal mücadelenin yanı sıra kadınlar olarak kadın mücadelesi de yürütmek zorundaydık. Bu arada Kürt kadın hareketi olarak artık “kadın kurtuluş perspektifi” sahibiydik. Daha önce bize “siz feministsiniz” denildiğinde, “yok biz feminist değiliz” dediğimiz için çok üzgündük. Artık kadın mücadelesi yürütmek, kadın politikaları geliştirmek, karar mekanizmalarında kadın bakış açısıyla yer alabilmek için evet, her bir kadının önce feminist olması gerekiyordu. Ben de, biz de artık feministtik. Feminizm erk zihniyetin iddia ettiği gibi erkek düşmanı değil, kadın bakış açısıyla, kadın öncülüğünde sınırsız, sınıfsız, sömürüsüz, eşitlikçi, kolektif, ekolojist, demokratik bir yaşamın inşasıdır. Feminist fikriyatın felsefesini yaratan bütün dünya kadınlarına bin selam olsun.
Yaptığın konuşmalar nedeniyle yargılandığını biliyoruz. Bu yargılamalar şimdi ne aşamada?
Bu ülkede demokrasi hiçbir zaman tam anlamıyla hakim olamadı. Cumhuriyet tarihi boyunca neredeyse on yılda bir yapılan askeri darbelerle zaten çok yetersiz olan demokrasi kırıntıları da ortadan kaldırıldı. Türk olmayanın başına neler geldiğini bütün halklarımız biliyor. Ermeniler, Süryaniler, Kürtler, Rumlar, inançlarından dolayı Ezidiler, Aleviler, gayrimüslimler ve daha birçok halk ve inanç ötekileştirilerek ciddi acılar yaşadı. Ben de bütün arkadaşlarım gibi siyasi faaliyetlerim ve konuşmalarım için yargılandım. Bu yargılamalarda şimdiye kadar 30 yıldan fazla ceza aldım. Hâlâ hakkımda 25 civarında propaganda ve daha birçok konuda soruşturma devam ediyor. Erkek yargı, Kürt kimliği ile siyaset yürüten siyasetçilere kadın kotası uyguluyor diye düşünüyorum. Tutuklu kadın milletvekili, belediye eşbaşkanı, il eşbaşkanı, meclis üyesi, kurum temsilcisi sayısına bakıldığında bu durum çok net görülecektir. Çünkü kadınlar hem genel siyasi faaliyetleri hem de kadın çalışmalarından dolayı cezalandırılıyorlar. Kendimle ilgili sadece bir örnek verecek olursam bana verilen 22 yıl 3 ay cezanın gerekçeli kararında, “ana soylu” bir sistemi savunduğum için konuşmalarımın tehlike arz ettiği belirtiliyor. Sevgili arkadaşım Ayşe Gökkan’ın sadece kadın çalışmaları yürüttüğü için 30 yıl ceza alması başka nasıl ifade edilebilir? Dolayısıyla Kürt siyasetçi olmak, kadın olmak bütün muhaliflere oranla ekstra bedel ödemeye neden oluyor ne yazık ki. “Demirden korkan trene binmez.” Biz özgürlük trenine çoktan bindik. Yolumuza çıkan bütün engelleri aşacak ve halklarımızla birlikte demokratik özgür bir yaşamı inşa edeceğiz. Gelecek güzel günler uğruna bugün ödediğimiz bedellere değer.
Türkiye cezaevlerindeki hak ihlalleri ile gündemde. Sizin uğradığınız baskı ve ihlalleri de biliyoruz. Leyla Güven hapishanede ne yaşıyor?
Sadece Türkiye’de değil kapitalist modernite zihniyetiyle yönetilen bütün dünya hapishanelerinde tutuklanan insanlar “ele geçirilmiş” kişiler olarak iradesizleştirme, kişiliksizleştirme, itaat ettirme, boyun eğdirme ve uslandırma çabasıyla teslim alınmak istenir. Bu zihniyet, politik tutsaklar tarafından asla kabul edilemez ve tarihi direnişler ortaya çıkar. Foucault’nun Hapishanenin Doğuşu kitabında da okuduğumuz gibi geçmişte tutsaklara her türlü işkence çeşidi yapılmış, özel yöntemlerle yapılan fiziki işkenceler halka izlettirilmiştir. Yakın tarihte de Diyarbakır’da, Ulucanlar’da ve Türkiye’deki daha birçok hapishanede insanlık dışı işkenceler yapıldığı biliniyor. Bugün de o işkencelerin ve yöntemlerin çağdaş versiyonu, yani fiziki şiddetin yanı sıra daha çok psikolojik şiddet olarak tanımlayabileceğimiz bir durumla karşı karşıyayız. Tek kişilik, iki veya üç kişi olarak tecritte kalan tutsaklar var. Sevgili Behiç Aşçı’nın deyimiyle “Tecrit insanın insansızlaştırılmasıdır.” Başta dergi ve gazete olmak üzere en temel ihtiyaçlar dahil dışarıdan getirilmesi yasaktır. Gıda olarak her şey yasak. Ayrıca renkli kalem, kağıt, zarf, battaniye, nevresim, çorap ve daha akla ve mantığa uymayan birçok şey kurum güvenliğini tehlikeye sokacağı için yasaklanmaktadır. Pantolon veya eşofmanlarımız uzun gelmiş ve paçasını kesip kısaltmış isek ve kesilen paça aramada “ele geçirilmiş” ise hakkımızda “makası amaç dışı kullandığımız” gerekçesiyle tutanak tutulması demektir. Ayrıca içeride giyilen kıyafetlere de müdahale ediliyor: “Müdüre bu şekilde çıkamazsın.” Revir ve sayım sırasında üstünüzün ve başınızın o anki görevlinin makul sınırlarına uyması gerekebilir. Bunun gibi birçok pratiğin yaşandığını canlı tanıklardan dinledim. Koğuş aramalarında görevlilerin adeta eşya dağıtma ve didik didik etme yarışına girdiklerini görüyoruz. En ufak bir itirazda tutanaklar, cezalar havada uçuşuyor. Cezaevlerinde o kadar absürt ve akla mantığa aykırı şeyler yaşanıyor ki şu an hepsi birden kalemime hücum ediyor. Ama şimdilik bu kadarı ile yetineyim. Başta hasta tutuklular ve yıllardır içeride direnen yoldaşlarımızın yaşadıklarının yanında ben, kendime ait bir şey söylemeyi etik bulmuyorum. Sadece hapishanelerde ellerimiz cebimizde anlaşılmayan anadilimiz Kürtçe ile şarkılar söyleyip halay çekmeye devam edeceğiz. Halklarımıza duyurulur.
Cezaevleri ile dışarıdakilerin ilişkilerini güçlendirmek için neler yapılabilir?
Cezaevlerindeki tutsaklar bireysel bir eylemden dolayı içeride iseler ilişkileri kendileri ve aileleri ile sınırlıdır. Ama toplumsal, siyasal bir faaliyetten dolayı tutuklu ise bütün toplumu ilgilendiren bir durum söz konusudur. Kendisini hak, hukuk, adalet, eşitlik, sevgi, hoşgörü vb. konularda duyarlı bir yurttaş olarak tanımlayan her birey cezaevleri ile ilgilidir. Çünkü aynı amaçlar için mücadele edenler çok iyi bilirler ki her türlü düşünce ve faaliyetin yasak olduğu bir ülkede cezaevleri herkes için zorunlu ikametgah olmaya adaydır. Bu nedenle cezaevleri var oldukça kimin içeride olduğunun çok bir önemi yoktur. Dışarının da adeta zindana döndüğü bir ortamda her bir kadının, erkeğin, gencin daha duyarlı ve hassas davranması kaçınılmazdır. Başta tutuklu aileleri ve fedakâr halkımız zaten bunu yıllardır yapıyor. Sağ olsunlar.
Söyleşinin devamını buradan okuyabilirsiniz.